merhaba

sanata, bilime, dayanışmaya, emekten yana siyasete ve sevdaya dair paylaşımlarla bilginin ve deneyimlerin örgütlenmesi çabasıdır "insanın" yolculuğu...

28 Mart 2014 Cuma

ben gerekçe üretirim

Ahmet Davutoğlu: Yalnız diğer şeyi yarım kaldı ben tam anlayamadım. Dışişleri yapması gereken ne? Yok şey için söylemiyorum. Bizim yapacağımız başka şeyler var. Eğer buna karar verirsek bizim bugün Birleşmiş Milletlere Suriye rejiminin İstanbul konsolosluğuna her hangi şey gerekirse bir bildirimde bulunmamız gerekiyor değil mi?

Feridun Sinirlioğlu: Yalnız orada harekata karar verirsek, sürpriz etkisi olması lazım yani. Böyle bir şey yapacaksak. Ne yapacağımızı bilmiyorum da neye karar verirsek verelim önceden haber verirsek doğru olmaz.

Ahmet Davutoğlu: Yav tamam da onun bir hazırlığını yapmak lazım, Uluslararası hukuk açısından açığa düşmemek için, içeride cumhurbaşkanıyla konuşurken aklıma geldi, bizim Türk tankı girdiğinde zaten girmiş olmuyor muyuz?

Yaşar Güler: Girmiş oluruz.

Ahmet Davutoğlu: Hayır şimdi uçakla girmekle tankla girmek arasında...

Yaşar Güler: Suriye başkonsolosluğuna şu belki söylenebilir, IŞİD şu anda zaten rejim ile beraber çalışıyor, oradaki bir Türk toprağıdır. Oraya kesinlikle

Ahmet Davutoğlu: Ama söyledik. Bu konuda daha önce nota verdik.

Yaşar Güler: Suriye'ye.

Ahmet Davutoğlu: Evet kaç defa nota verdik. Onun için açıkçası ben Genelkurmay Başkanımızın bizim bakanlıktan beklentisini bilmek isterim.

Yaşar Güler: Belki bunu kastediyordur, ben bilmiyorum, Hakan bey ile görüşmüş.

Hakan Fidan: Yani bu kısmını söyledi de sonra detayına girmedik.

Yaşar Güler: Belki bunu kastediyordur yani Suriye'ye bir note.

Hakan Fidan: Belki de koordine görevi dış işlerinindir.

Ahmet Davutoğlu: Koordine iç savaş diplomasiyi koordine ederim ama askeri

Feridun Sinirlioğlu: Ben orada da söyledim. Bir kere durum farklılaştı. Bir kere IŞİD'e dönük harekatın uluslararası hukuk zemini var. Bunu El-Kaide diye tanımlayacağız, El-Kaide çerçevesinde orada bir sıkıntı yok. Ayrıca hele şimdi iş Süleyman şah Türbesine gelince aten ülke toprağını savunma söz konusu.

Yaşar Güler: Bizim o konuda bir sıkıntımız yok.

Hakan Fİdan: O olduğu andan itibaren içeride bir çok bomba patlar. Sınır kontrol altında değil,

Feridun Sinirlioğlu: Yine içeride bomba momba tabi tabi onları yapacaklar. Ama 3 sene önce konuşmamızı hatırlıyorum.

Yaşar Güler: İvedi olarak Hakan Beyin desteklenip silah ve mühimmatı muhaliflere ulaştırmasını sağlamamız lazım. Sayın bakanla konuşmanız lazım. İçişleri bakanımız, savunma bakanımız. Bunu konuşmanız lazım bir yere getirmeniz lazım sayın bakanım.

Ahmet Davutoğlu: Kuzey Irak'ta bir tehdit varken biz nasıl özel kuvvetleri devreye sokabildik? Orada da sokmalıydık. Oradaki adamları eğitmeliydik. Adamları göndermeliydik. Neyse biz bunu yapamayız ki, diplomaside ne ise onu.

Feridun Sinirlioğlu: Ben o zaman söyledim, o tankları nasıl soktuk paşam ya Allah aşkına, siz vardınız o zaman?

Yaşar Güler: Hangi bizim şeyleri mi?

Feridun Sinirlioğlu: Tabi yaa Irak'ta tankları nasıl soktuk? Nasıl soktuk? Özel kuvvetleri nasıl soktuk, taburları nasıl soktuk? Ben vardım işin içinde yaa. Hükümet kararı hiçbir şey yoktu, bir emirle soktuk. Gayet açık olarak söyleyeyim.

Yaşar Güler: Yani ben size katılıyorum. Bir defa yani onu tartışmıyoruz da. Ben Suriye'nin yapabileceği şu anda farklı şeyler var.

Ahmet Davutoğlu: Sayın Paşam, zaten adamların kapasitesini bildiğimiz için biz girmeyelim diyoruz.

Yaşar Güler: Şimdi bakın efendim. MKE bizim sayın bakanın emrinde değil mi efendim? Efendim yani şu anda parayla Katar mühimmat arıyor. Peşin para üretsin versinler. Sayın bakanın emrinde.

Ahmet Davutoğlu: İşte burada entegre hareket edemiyoruz, koordine olamıyoruz.

Yaşar Güler: O zaman sayın Genelkurmay başkanı ile sayın bakanı aynı anda çağırsın sayın Başbakanımız. Yanında konuşsun efendim.

Ahmet Davutoğlu: Onun için Feridun Beyle biz yalvardık başbakana neredeyse beraber bir toplanalım bu işin gidişi kötü diye.

Yaşar Güler: Bir de kalabalık olmasın sayın bakanım. Zatıaliniz olsun, sayın savunma bakanı, İçişleri bakanımız bir de genelkurmay başkanımız dördünüz oturun. Bu kadar kimseye ihtiyaç yok. Çünkü oradaki ihtiyaç sayın bakanım silah ve mühimmar. Silah da değil mühimmar. Biraz önce konuştuk biz şimdi efendim. 1000 kişilik bir ordu kuruyoruz diyelim orada. Biz bunun asgari 6 aylık mühimmatını burada deoplamadan bu adamları oradaki muharebeye sokarsak sayın bakanım iki ay sonra bu adamlar bize döner.

Ahmet Davutoğlu: Döndüler zaten şimdi.

Yaşar Güler: Döner sayın bakanım.

Ahmet Davutoğlu: Şeyden döndüler. Neydi o? Çobanbeyden döndüler.

Yaşar Güler: Evet. Evet efendim. Bu iş sadecehakan beyin sırtına kalmış bir konu olmuş yani. Olacak iş değil. Yani anlayamıyoruz biz yani. Neden?

Ahmet Davutoğlu: O akşam hepimiz bir şeyde mutabık kalmıştık. Ben de tamam işte düzene giriyor işler. Bizim bu

Feridun Sinirlioğlu: Ertesi gün biz o MGK kararını yazdık. Sonra paşamla konuşup

Ahmet Davutoğlu: Bizim bu zaafımızı o kadar iyi takip ediyor ki o güçler de. Ben burayı elde edeceğim dersin. Orada bunların bulunması risk unsuru dersin. Geri çekersin. Elde edersin. Oraya sağlamlaştırırsın. Askerini tekrar gönderirsin.

Yaşar Güler: Kesinlikle sayın bakanım. Kesinlikle haklısınız.

Ahmet Davutoğlu: Değil mi? Ben böyle anlarım. Ama tahliye ettiğiniz anda bu bir askeri gereklilik değil bu bir başka bir şey.

Feridun Sinirlioğlu: Küresel ve bölgesel jeopolitikte ciddi kaymalar var. Şimdi daha başka yerlere de yayılabilir. Bugün siz söylediniz, başkaları da destek oldu... Şimdi farklı bir oyuna doğru gidiyoruz. Bunları da görmemiz lazım. Bu IŞİD'ler gibi ne idüğü belirsiz yapılar manipülasyına kullanılmaya son derece açık yapılar. Bunlardan oluşan bir alana komşu olmak bizim için fevkalade hayati bir güvenlik riski yaratır. Ve işte içerideki işte PKK'ya karşı da biz Kuzey Irak'a girdiğimizde buraları patlatma ihtimalleri hep vardı zaten. Bu riskleri eğer biz iyi düşünü somut olarak ama şimdi sayın paşaımız da dedi yani.
Yaşar Güler: Sayın bakanım. Biraz önce zatıaliniz içerideyken onu konuştuk. Açık açık. Yani bu silahlı kuvvetler her dönemde sizlere lazım olan bir tool.

Ahmet Davutoğlu: Tabi canım. Sizin gıyabınızda da hep başbakan her yerde konuştuğumuzda ben akademisyen şeyiyle söylüyorum hard power olmadan bu topraklarda durulmaz. Ama hard power olmadan soft power olmaz. ( sert güç olmadan yumuşak güç olmaz)

Yaşar Güler: Efendim.

Feridun Sinirlioğlu: Ulusal güvenlik politize edildi. Yani Türk tarihinde ben böyle bir şey hatırlamıyorum. İç politika konusu haline geldi. Artık tamamen ülke topraklarını, sınır güvenliğimizi, oradaki egemen toprağımızı falan savunmakla ilgili tamamen ulusal güvenliğimizle ilgili yaptığımız konuşmalar son derece pespaye, bir ucuz iç politika malzemesi haline geldi.

Yaşar Güler: Aynen bu durumda.

Feridun Sinirlioğlu: Hiç daha önce böyle bir şey olmadıç. Maalesef yani.

Yaşar Güler: Yani ülke güvenliğinin bu kadar zirvede olduğu bir noktada bir tane muhalefet partisi efendim size destek oluyor mu? Peki böyle ulusal bir güvenlik düşüncesi olabilir mi sayın bakanım?

Feridun Sinirlioğlu: Hi yani ben böye bir dönem hatırlamıyorum.

Yaşar Güler: Yani biz hangi konuda bir arada olabileceğiz. Yani böyle bir ulusal güvenlik olmadığımız halde hangi kouda beraber olabileceğiz. Hiç.

Ahmet Davutoğlu: 2012 yıl, 2011'de yapmadık. 2012 yazında bile cesur kararlar almış olsaydık

Feridun Sinirlioğlu: 2012'de en zayıf noktaydılar.

Ahmet Davutoğlu: Geri dönmüştü içeride Libya gibiydi yani. İçeride o iniyor bu gidiyor bu gidiyor falan ama bizi ilgilendirmiyor. Ama bazı şeyler

Yaşar Güler: Sayın bakanım yani bir yanlışlık olmasın yani 2011'de de bizim ihtiyacımız silah ve mühimmattı. 2012'de, 13'te ve bugün de. Aynı gene aynı noktadayız. Bunu mutlak surette bulup burayı da kurtarmamız lazım.

Ahmet Davutoğlu: Orası o kadar silah ve mühimmat gerek değil ki. İnsan unsurunu biz orada düzene sokamadağımız için.



Ortam dinlemesinin ikinci bölümündeki konuşmalar şöyle:


Yaşar Güler: Yani biz hangi konuda bir arada olabileceğiz. Yani böyle bir ulusal güvenlik olmadığımız halde hangi konuda beraber olabileceğiz. Hiç.

Ahmet Davutoğlu: 2012 yıl, 2011'de yapmadık. 2012 yazında bile cesur kararlar almış olsaydık.

Feridun Siniroğlu: 2012'de en zayıf noktadaydılar.

Ahmet Davutoğlu: Geri dönmüştü içerde Libya gibiydi yani. İçerde o iniyor bu gidiyor bu gidiyor falan ama bizim ilgilendirmiyor. Ama bazı şeyler

Yaşar Güler: Sayın Bakanım yani bir yanlışlık olmasın yani 2011'de de bizim ihtiyacımız silah ve mühimmattı. 2012'de, 13'te ve bugün de. Aynı gene aynı noktadayız. Bunu mutlak surette bulup burayı da kurtarmamız lazım.

Ahmet Davutoğlu: Orası o kadar silah ve mühimmat gerek değil ki. İnsan unsurunu biz orada düzene sokamadığımız için

Hakan Fidan: 2000'e yakın tır malzeme gönderdik biz oraya

Yaşar Güler: Bence orada silaha ihtiyaç yok. Benim şahsi görüşüm. Orada mühimmata ihtiyaç var. Evet efendim. Sayın Bakanım Hakan bey burada, bir tane general verelim dedik. Hakan bey burada sağolsun o başta kendisi istedi. Biz verelim dedik. Generali belirledik. General gitti.

Feridun Sinirlioğlu: Pratik olmak gerekirse savunma bakanımızın derhal bu millet için gerekli imzayı atması lazım. Tekrar başbakanımızın çok açık bir şekilde bu talimatı vermesi lazım.

Ahmet Davutoğlu: Esas beni bu bu gece

Yaşar Güler: Bu gece efendim hiç sorunumuz yok.

Feridun Sinirlioğlu: Bu gece harekat emri verilmiş zaten

Yaşar Güler: Biz harekat yıldırım mesajı yayınladık. Hakan bey kendisi biliyordur belki.

Ahmet Davutoğlu: Hakan, tank göndermeye kalksa orada bunun komplikasyonları nedir?

Hakan Fidan: Şimdi koordinasyon olmadan, güç dengelerini göze aldığımız zaman

Yaşar Güler: Zaten biz onun için MİT'in koordinesini istiyoruz sayın bakanım

Hakan Fidan: Silahlı insan varlığı ve kapasiteleri ile olmaz

Yaşar Güler: Yani biz onun için başından beri MİT'in koordinasyonu şart koşuyoruz. sayın bakanım. Yani sizin bu gece endişe edeceğiniz bir durum yok sayın bakanım. Bu gece de yok sonra da yok. ama bizim uzun vadede çözmemiz gereken iş var sayın bakanım

Ahmet Davutoğlu: Şeyi ben opsiyonel hep düşünüyorum da adamları ikna edemedik. Biz tank sokma içeriye tahkim edeceğiz. O andan itibaren biz bir savaş halinin göz önüne almak ve onu yapmakla savaşa girmek arasında harekat işte harekat yapıyoruz.

Yaşar Güler: Direk savaş sebebi. Yani yapacağımız iş direk savaş sebebi

Hakan Fidan: Suriye ile bir savaş sebebi, değil.

Feridun Sinirlioğlu: Suriye ile bir savaş sebebi değil.

Yaşar Güler: Hayır adamlar

Hakan Fidan: Ama şimdi ben şuna geliyorum; şimdi biz iki iki daha 4 eder biliyoruz. Şimdi eğer biz, orada, oradaki şeyin bizim için bir anlamı stratejik manada yok, imaj vesaire var da... Şimdi biz eğer savaşa gireceksek biz bunu baştan planlayalım ve girelim. Yani şimdi benim..

Yaşar Güler: Biz başından beri bunu söylüyoruz.

Hakan Fidan: Yani benim kabul edemediğim şey şu; burada ben almıyım, şimdi biz silah kullanma, Süleyman Şah gibi bir türbe için silah kullanmayı şeye alıyoruz, yani işte vatan toprağının işte bu oda kadar yaklaşık 10 dönümlük bir yer için silah kullanmayı göz önüne alıyoruz, ordaki 22-28 tane askerimizin şeyi için, yahu kaçbin kilometre vatan toprağı var sınırda kaç milyon insanın hayatı için almıyoruz. Bakın bu mantık değil! Onu söliyim. Eğer biz silah kullanacaksak baştan bunu yapalım, Bu adamlar tehditse..

Feridun Sinirlioğlu: Şimdi bir gerekçesi var onun.

Hakan Fidan: Bunu gerekçe olarak kullanmak ayrı. O ayrı, o ayrı..

Yaşar Güler: Şimdi dışişleri hiçbir zaman diğerine bir gerekçe bulamaz. Buna bulur ama..

Hakan Fidan: Yav bakın ben size bir şey söliyim

Ahmet Davutoğlu: Laf aramızda başbakan telefonda bu (Süleyman Şah türbesine saldırı) gerektiğinde bir imkan gibi de değerlendirilmeli bu konjonktürde dedi yani

Hakan Fidan: Şimdi bakın bakın komutanım şimdi biz gerekçeyse gerekçeyi, ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o! Gerekçe üretilir. Olay böyle bir iradenin ortaya konması. Biz savaş iradesi ortaya koyuyoruz, her zaman yaptığımız şeyi, akıl yürütme hatasına düşüyoruz.

Feridun Sinirlioğlu: Şimdi şunu söyliyim, 10 dönümlük arazi. Burada 10 dönümlük bir yurt toprağı uluslararası hukukta çok sağlam bir gerekçe ayrıca meşruiyeti açısından da böyle bir harekatın IŞİD'e karşı bir harekatı yapıyor olmak bütün Dünya arkamızda olur. Bin kere onda hiçbir tereddüdünüz olmasın

Yaşar Güler: Hayır hiçbir tereddüdümüz yok.

Feridun Sinirlioğlu: Hayır ben hepimize söylüyorum. O konuda yani

Yaşar Güler: Yani biz oradaki kuvvetler 1 senedir hazır bekliyor sayın bakanım. Dün aldığımız bir tedbir değil, 1 yıldır orda adamlar

Hakan Fidan: Biz niye illa Süleyman Şahı bekliyoruz ben onu anlamadım.

Ahmet Davutoğlu: Biz şeyi diplomatik olarak yapılabilecek herşeyi yaptık.

Feridun Sinirlioğlu: Gerekçe lazım sağlam gerekçe

Hakan Fidan: Hayır ben gerekçe üretirim yaa gerekçe problem değil

Feridun Sinirlioğlu: Hayır gerekçe üretmek başka da ortada çok sağlam bir gerekçe var yaa

Hakan Fidan: Gerekirse oraya da ( Süleyman Şah Türbesi) bir saldırı düzenleriz, oraya da, oraya da biz saldırtırız önden canım. Şey yaparız yani ben şeyi anlamaya çalışıyorum.

Feridun Sinirlioğlu: Bunlar yapılır tabii gerekirse her şeyi yaptırırız da yani,

Hakan Fidan: Yani bu kadar şeyi kullanmaya biz hazırsak yerinde ve zamanında amacını biz belirleyerek yapalım biz

Ahmet Davutoğlu: Hakan yani dediğin kadar, kastettiğin bir strateji eksikliği dolayısıyla bir gerekçe üretmek şeyiyse doğru haklısın. Yav şu adamlara karşı

Görevli: efendim şey olmadan

Ahmet Davutoğlu: Oraya geçicez tamam bak alın geliyorum. Bir daha Amerikan dışişleri bakanına eee sert tedbir alalım diyemezsiniz.

Hakan Fidan: Şimdi hocam bakın benim dediğim şu

Ahmet Davutoğlu: Adam der ki sen kendi toprağını bile savunmadın, efendim biz çoğu kere dostane görüştük aramızda, çoğu zaman Kerry bana aynen şunu söyledi peki siz kararınızı verdiniz mi dedi bu vurma ve şey yapma...

Yaşar Güler: Efendim biz verdik, 100 kere verdik. Amerikayla..

Feridun Siniroğlu: Şimdi bakın 3 gün önce geçen gün Genelkurmay'dan bir şey olmuş, bu şey geldi kriz koordinasyon toplantısı yapmışlar. İlk defa ben görüyorum onu. Amerikalılar

Yaşar Güler: Hayır devamlı yapıyoruz onu!

Feridun Sinirlioğlu: Hayır hayır Amerikalılar bu toplantıda No Fly Zone planlarını dağıtmışlar. İlk defa bu toplantıda. Senin haberin var mı?

Hakan Fidan: Şimdi ee benim çizdiğim nokta hocam şimdi bu kadar ciddi bir kararı biz böyle bir nedenden dolayı vereceksek Süleyman Şah türbesinden dolayı bu kadar böyle bir kararı vermeye biz hazırsak

Feridun Sinirlioğlu: Değil sadece Süleyman şah değil

Hakan Fidan: Yav ben bir şey söylüyorum, şimdi biz bunu vermeye hazırsak, biz şu ana kadar çoktan bu kararı vermiş olmalıydık. Elimizde tehdit ve menfaatlerden dolayı benim anlatmak istediğim bu. Yani devlet olarak acziyet, stratejik kararı

Ahmet Davutoğlu: Evet o kararı çok daha küçük ölçekte verseydik bugün bu tercile karşı karşıya kalmazdık.

Yaşar Güler: Hayır bir dakika biz bu kararı verdik,

Hakan Fidan: Uygulanmadı

Yaşar Güler: Kararı uygulayamıyoruz, yani çeşitli nedenlerle felç olmuş vaziyetteyiz yani sıkıntımız o anlamda sayın bakanım. Devletin enstrümanları çalışmıyor şu anda.

Ahmet Davutoğlu: Ben şunu anlamam açık söyleyeyim, ben kendi kanadıma bakarım, aldığım devlet terbiyesi gereği. Siz şunu kabul eder misiniz; dışişleri bakanlığında efendim bir takım siyasi tartışmalar yüzünden işler aksıyor...

Ahmet Davutoğlu: Şimdi böyle bir şey, meşru bir şey olmaz ki! herkes üzerine düşeni kararlı bir şekide sürdürecek. Dese ki sayın bakanım beni götürebilirler herkesi götürüyorlar dese bir büyükelçi ne yaparsın? Sen emekliye ayrıl yerine bu işi yapacak adam getiririz demez miyiz? Yani böyle bakılır olaya. Demokraside böyle işler...

Yaşar Güler: Sayın bakanım, çok haklısınız

Ahmet Davutoğlu: Şu anda devlet düzgün karar alabilen birkaç birimin ve birkaç kişinin üzerinde yürüyor ben bunu

Yaşar Güler: Kesinlikle efendim kesinlikle

Ahmet Davutoğlu: Peki biz bundan cayacak mıyız yani?

Yaşar Güler: Hayır caymayacağız sayın bakanım caymayacağız.

Ahmet Davutoğlu: Neyse peki öbür tarafa geçelim.
                                

27 Mart 2014 Perşembe

Ebruli Düşler Bahçesi: Utanıyorum! /Çürümenin sefaleti

Ebruli Düşler Bahçesi: Utanıyorum! /Çürümenin sefaleti: Yusuf Nazım Cumhuriyet /26 Mart 2014 Utanıyorum… Bugünlerde sık sık utanıyorum. Yaşadığım hiçbir yer almıyor beni. Hiçbir sokağa sığmıy...

19 Mart 2014 Çarşamba

çocuklar


sevinçlerini yurt edinen çocuklar
sevdalar saklar yüreklerinde
dili bir, gülüşü bir, gözyaşı aynı renkte
insan yanımızın umudu çocuklar

salim çalık




18 Mart 2014 Salı

susuşları duydum

dalgaların dağıttığı kıyılar gibiyim
oysa denizdim ben
yaralarımda tuz/ tenimde güneş yanığı
neyi bekliyorsun, dilinde suskular
ben neyi bekliyorum, dilimde sorular
oysa susuşları duydum, soruları bildim
iki deniz arası marmara'yım
samanyolunda güneş, sesyüzünde ateş
......

adresin yoktu, yolunu buldum
seni bile bile, sana sustum

salim çalık





sen var ya çocuk


kolay değildi direnmek
bedeni kırıp gelmiş ölüme
sen var ya çocuk, örgütlü umudumuz oldun
çalınan ömrüne inat/ ve küçülen bedenine
ikiyüzaltmışdokuzgün bağırdın
direne direne kazanacağız/ bu böyle biline

kolay değildi direnmek üstelik ondördünde
devlet cinayetlere yöneldiğinde

sen var ya çocuk/ büyüyen devrim oldun
kent kent, ülke ülke yürüdü ruhun
berkin'im, karagözlüm isyan gülüşlüm
götüremediğin ekmeği alacağız söz olsun

kolay değildi direnmek çocuk bedeninle
seni koruması gereken alçaklığı seçtiğinde

sen var ya çocuk/ halkların selamı oldun
usulca girip kavgaya güneşe koştun
berkin’im, delikanlım türkü bakışlım
sıcak selamımızı götür ekmek kokulu
ağabeylerine, ablalarına, kardeşlerine selamımızı
göreceksin sana benziyorlar, sen onlara
gezi’de, uludere’de, lice’de düştüler yollara


______salim çalık



















15 Mart 2014 Cumartesi

SONDEYİŞ


Dolaştım yıllardır şurda burda, 
Ucuz otellerde kaldım. 

İğne iplik taşıdım yanımda, 
Bir düzen tutturamadım. 

Kadınlar da oldu elbet yaşamımda, 
Biri hariç hepsini bağışladım. 

Sınadım kendimi karşılıklı acıyla,
Ben hep ölüme ve aşka inandım. 

Bir şey var dokunur bana; 
Yüzüme uymayan iğreti adım.

Metin ALTIOK

14 Mart 2014 Cuma

ne zaman bu kadar zalim oldunuz


diyoruz ki;
ne tayyip'in, ne de onun silahlı gücü durumuna getirdiği polislerin insan öldürme hakkı, yetkisi yoktur. bu cinayettir ve sorumlular yargılanmalıdır.

diyorsunuz ki;
onlar molotof attı, taş attı, işyerlerine zarar verdi, izinsiz gösteri yaptı. (yani ölümü hak ettiler demeye getiriyorsunuz)

o zaman;
be yasalcılar, be mal mülk seviciler, tayyip'in ve oğullarının, bakanlarının rüşvet, yolsuzluk eylemlerinde niye susuyorsunuz. molotof atmak suç da hırsızlık legal mi, cam kırmak suç da rüşvet almak legal mi? hazine arazileri talan edilirken niye susuyorsunuz? tomaya zarar vermek suç da, kamu arazilerini vakıflara, inşaat şirketlerine peşkeş çekmek legal mi? yaşadığımız parklara, sokaklara sahip çıkmamızı yasadışı bulup itiraz ediyorsunuz da; bu ülkenin en güzel yerleri yabancılara peşkeş çekilirken niye susuyorsunuz?

o zaman;
be yasalcılar, be hukuk seviciler, hrant dink'in katilleri serbest bırakıldı, malatya'da 3 kişiyi kurbanlık koyun gibi kesenler serbest bırakıldı. uludere'de 34 insanı bombalayanlar yargılanmıyor bile. zonguldak madenlerinde karadon'da 30, kozlu'da 8 madencinin ölümüne neden olanlar dışarıda dolaşıyor... NEDEN SUSUYORSUNUZ ?

bu kadar mı ahlaksız, bu kadar mı ikiyüzlü, bu kadar mı parti ve lider sevici olunur? molotof attığı için berkin'in ölümünü haklı göstermeye çalışanlar; 13 yaşında bir kıza tecavüz eden 29 kişi serbest, izmir'de gözaltına alınan bir kadına emniyette tecavüz edenler serbest... sizden olmayanlar bütün bunları hak mı ediyor yani…?

sizler ne zaman bu kadar zalim, kör, duyarsız oldunuz? insanlığınızı ne zaman yitirdiniz?

salim çalık

13 Mart 2014 Perşembe

şiddet yönetim ve iktidar aracına dönüşüyor


gezi eylemleri sırasında afrika turundan dönen tayyip ankara ve istanbul'da mitingler yaparak, nefret söylemiyle birlikte akp'yi tahkim ederken, ayrımlar da koymuştu.
o sıralarda bazı yerlerde polis şiddetinin yanına palalı saldırganların şiddeti de eklenmişti....

berkin elvan'ın ölümünden itibaren sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen ve en basit, geleneksel (ölüye saygı, cenaze sahiplerinin acısına saygı, acının yaşanması-sağaltılması için çaba vb.) değerleri yok sayan söylemler gerçekte bir kin, nefret, ötekileştirme durumunun yansımalarıydı. daha net bir anlatımla akp'nin kimliğinde cisimleşen bir islamcı faşizmin dile getirilişiydi.

bu gece okmeydanı'nda bir kişinin ölümü sonrası akp'li kalabalık bir grubun ellerinde sopalarla ve tekbir sesleriyle taksim'e doğru yürüdükleri haberleri ve görüntüleri düştü internete... bu görüntülerin altına yapılan yorumlarda akp'ye sahip çıkmanın yanında, intikam cümleleri, sokakların geziciler'den temizleneceği vb. tehditleri vardı.

aylardır birçok kişinin dile getirmeye çalıştığı; tayyip'in çatışma ortamını körükleyerek kendi tabanını sabitlemeye çalışacağı, yarattığı şiddet ortamı, kullandığı nefret söylemiyle de sokakları çatışmaya açık duruma getireceği saptaması ne yazık ki doğrulanıyor...

okmeydanı'ndaki akp'li kalabalığın görüntülerini izlerken birşey daha net olarak görünüyordu. ellerinde sopalarla yürüyen bu kitlenin yanlarında, yakınlarında polis araçları da vardı. yani ülkenin birçok yerinde 3-4 kişinin bir araya gelmesine katlanamayan polis buradaki kalabalığı izlemekle yetiniyordu. önümüzdeki günlerde okmeydanı'nda öldürülen kişi de gerekçe yapılarak sivil faşistlerin önceden belirlenmiş kişi ve yerlere yönelik saldırılarda bulunma olasılığı çok yüksektir. çünkü; ülke psikolojik-sosyal-siyasal olarak ikiye bölünmüş durumdadır ve günden güne acıma, insanlık, vicdan, empati yapma, yaşama hakkının savunulması gibi temel değerler bile güncel (faşist) siyasete kurban edilmektedir. çünkü; şiddet yönetim ve iktidar aracına dönüşmektedir.

 
bu arada bir not daha düşmek gerek. çeşitli olaylar nedeniyle zaman zaman tv.lerde, gazetelerde çok sayıda suriye'li sığınmacının anadolu'nun çeşitli kentlerine dağıldığını (dağıtıldığını) biliyoruz. muhaliflere yönelik saldırılarda bu suriye'lilerin de kullanılabileceğine ilişkin ciddi endişeler var.

bugünden itibaren yapılabilecek tek şey; tekel eyleminde, yatağan'da, gezi direnişi'nde, berkin'in cenazesinde vb. bir araya gelen tüm muhalif unsurların demokrasi, özgürlükler, "adalet", yaşama hakkı, halkların kardeşliği ve barış talepleri çerçevesinde bir cephe yaratmaktır. 

akp'nin (özellikle de tayyip'in) iktidarı elinde tutmak için iç savaşı bile göze alabileceği, yerel seçimlerde bazı büyükşehirleri yitirip, oy oranının %35-40 aralığında kalması durumunda, şiddeti yoğunlaştıracağı kesindir. gülen cemaati'ne (paralel devlete) yönelik operasyon gerekçesiyle ülke genelinde tüm muhalefete bir sürek avı başlatması şaşırtıcı olmayacaktır. yerel seçimlerden sonra gerçekleştirilmesi olası ergenekon, odatv, kck benzeri yeni, fakat toplumun muhalif unsurlarına yönelik toplu tutuklamalar, sansür, fiili/açık baskı ortamı ve korku'nun yeniden üretilmesi süreci karşısında direnebilmek için bugünden itibaren asgari/ temel hak ve talepler etrafında birleşmek kaçınılmazdır.

13 Mart 2014
salim çalık



















12 Mart 2014 Çarşamba

güvercinlere de çocuklara da kıydılar

hrant dink, tehdit edildiği günlerde; "...güvercin tedirginliğinde yüreğim. biliyorum ki, bu topraklarda güvercinlere kıymazlar..." demişti.
GÜVERCİNLERE KIYDILAR !

rakel dink, hrant'ın cenazesinde; "Bir bebekten bir katil yaratan karanlığısorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim..." diye seslenmişti.
ÇOCUKLARA KIYDILAR !

toplumun önemli bir bölümünün gönüllüce katilleri savunduğu, suç ortaklığı yaptığı, vicdanlarını pazara çıkardıkları gerçeğini, bu ülkenin muhalifler ve ötekiler için tehlikeli bir ülke olduğu sorgulanmadan birşey yapılamaz...




* "...
Ben ki bir anayım tarihin bağrında
Bir yanda zindandan tabutla çıkar dölüm
Bir yanda bulut bulut gelir ölüm
Susar nehir kıyılarında kuşlarım
Her bahar açmadan solar dalımda gülüm
Utan ey dünya
Dört parçama değil-hepten sanadır sözüm
..."
* Adnan Yücel (ateşin ve güneşin çocukları'ndan)

mahkeme kararlarını uygulamayan, uygulatmayan, hırsızları, rüşvetçileri koruyup iş ortaklığı yapan, "emri ben verdim" diyen tayyip yarım yamalak devlet düzenini;

tayyip'i referans alan küçük tayyipler de; "berkin'in orada ne işi vardı...?" diye başladıkları cümlelerle "iyi ki öldü" demeye getirerek insanlığı yok ettiler...

16 kg.lık bedeniyle berkin, ülkemizdeki insanlık ve vicdan ölçülerinin ve adaletin terazisini de yanında götürecek...
----------------------------- 
eskişehir'de polis anons yapıyor; "bu şehir hepimizin. şehrimize sahip çıkalım. lütfen dağılın."

tomayla, gazla düşman gibi saldırdıklarınız da bu şehrin çocukları memur efendi. ve biz kentimize içinde yaşayan insanlarıyla, ağaçlarıyla, hayvanlarıyla birlikte sahip çıkıyoruz...

siz kentlerin nesine sahip çıkıyorsunuz? bir söyleseniz...
----------------------------------------

berkin elvan'ın ölümü sonrasında gazetelerde, tv.lerde ve ağırlıklı olarak sosyal medyada o denli insanlıkdışı sözler edilip, tartışmalar yaşandı ki; bu toprakların en eski ve genel geleneği olan ölüye saygı, cenaze sahibine saygı gibi tüm insanı ve vicdanı değerler ayaklar altına alındı.

akp'nin temsil ettiği islamcı faşizmin kendi kitleleri nezdinde ne kadar genişlediği, saldırganlaştığı, kendisi dışında kalan herkesi ötekileştirdiğine 15 yaşında bir çocuğun cenazesinin ardından tanık oluyoruz. bunları görmeseydim, bu ülkede yaşamasaydım dedirtecek denli çıldırma, düşman görme durumunun geri tepeceği, gün gelip tersinden yaşanacağı gerçeğini bile anlamıyor, duymuyorlar...

yolu yok, bugünden itibaren bu ülke bölünmelidir;
vicdan sahipleri ve vicdansızlar olarak bölünmelidir.
insanlar ve insan kılıklılar olarak bölünmelidir.
ölenler can'dır diyenler ve ölümleri ve acıları yarıştıranlar olarak bölünmelidir...

bu faşistlere, faşist olduğunu maskelerle gizlediklerini sananlara söylemek istediğim şey şu;
bu günlerin, bu canların hesabı yalnızca katillerin ustasından sorulmayacak bilesiniz...
kendi anayasa'sını, kendi çıkardıkları-imzaladıkları yasalara uymayan; en tepedekinden en alttakine, tetiği çekenden evinde küfür edene kadar herkesten hesabı sorulacaktır...

salim çalık

ÇAĞRI

ÇAĞRI
...
Söz konusu olan çocuğundur, ana:
Koru onu, dikil karşılarına,
Biz milyonlarca kişi
Savaşı yener miyiz?
Bunu sen bileceksin.
Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz.
Bir de düşün 'Yok! ' dediğini:
Düşün ki savaş geçmişin malı
ve barış taşıyor gelecekten.

Bertolt Brecht
---------------------------------------------------
Alex Yunanistan'da doğdu.
2008 yılındaki eyleme katıldı. 15 yaşındaydı. Polis vurdu ve öldü.
Sonrası aynı değil...

Yunanistan Başbakanı özür diledi.
Yunanistan İçişleri Bakanı istifa etti.
Atina Valisi gereksiz açıklamada bulunmadı, öldüren polisi adalete teslim etti.
Polis kasten adam öldürmekten yargılandı.
Avukatları polisi savunmak istemedi.
Polis ömür boyu hapse mahkum edildi.

Berkin'e iyi bak Alex...
Biz burada Berkin'in katilini bile bulamadık.
(alıntı)

berkin'in orada ne işi vardı? diye soranlara...
acıları yarıştırarak berkin'in öldürülmesini haklı göstermeye çalışanlara...
berkin'in resmine bakıp da yüreğinde azıcık sızlama olmayanlara...
tayyip erdoğan'a, abdullah gül'e, kendilerini hükümet üyesi sanan tayyip'in çocuklarına...
diplomalarına, sahip oldukları güçlere yaslanıp kendilerini uygar, gelişmiş sayanlara;
sormak istiyorum, bir çocuk öldü. nerede öldüğünün bir önemi yok artık. fakat nasıl öldüğünü, kimin öldürdüğünü değilse de öldürttüğünü biliyoruz. ölmemiş olsaydı ceza almayacaktı; gözaltına alınsa en fazla kabahatler kanunu ihlalden para cezası verilip bırakılacaktı.

oysa berkin ve daha önceki olaylarda öldürülen gençler bize şunu gösterdi. polis ve polise "ben emir verdim" diyen siyasi iktidar hem savcı, hem yargıç, hem cellat olmuştur. ne anayasa, ne yasalar ne de en temel insan hakları sözleşme ve kültürü işletilmemektedir. bir yunanistan kadar olamuyorsak; türkiye'nin sosyal, demokratik hukuk devleti olduğu iddiası ve kepazeliğinden utanmamız gerekir.

salim çalık

9 Mart 2014 Pazar

yüzleşmeler (gece konuşmaları) 3

gezi direnişi’ni anımsadı. tanık olduklarını (gezi parkı’nda bulunduğu iki gün içerisinde), görebildiklerini, insanlarla konuşmalarını, gazete ve televizyonların insanları çıldırtan körlüğüne karşılık olarak eylemlere katılan milyonlarca insanın internet ve telefonlarla haberleşmede, kendi haber ve iletişim ağlarını yaratmadaki hünerlerini…

birçok siyasi örgütün, birkaç eyleme katıldığı için kendini kahraman ilan edenlerin, yetersiz ve geri olduklarını görmek istemeyenlerin, “bunlar internet çocuğu”, “y kuşağı” diyerek küçümsedikleri, varlıklarını göremedikleri insanlar taksim meydanı’ndan başlayarak ülkenin her kentinde, her meydanında, sokak sokak özgürlüğü, insan haklarını, yaşanabilir bir çevre isteğini, her alanda eşitliği ve devlet şiddetine karşı direnişi örgütlüyorlardı.

eski yapılar eskimiş, ezber üzerinden söylenenler tükenmişti işte. devlet aklını yitirmiş, iktidar tüm zor aygıtlarını, medyasını, yandaşlarını kullanmasına rağmen fiilen bitmişti. 2013 yılının haziran ayı şimdiden dünya siyasi tarihinde yerini almıştı.

tüm genel geçer değerlendirmeler ve bazı siyasi yapıların gezi direnişi üzerinden insan devşirmeye, hatta başlangıcında, örgütlenmesinde doğru düzgün etkisi ve katkısı olmamasına rağmen sahiplenmeye yönelik çabalarını anımsayarak; devrimci olma iddiasındakilerin siyaset ve örgütlenme yöntemlerinin tutucu, hatta gerici olduğunu düşündü.

gezi direnişi’ni tetikleyen ve büyüten en temel etken devletin gezi parkı’ndaki çevreci gruba, sabaha karşı uyguladığı despotik şiddettir. iktidarın 30 mayıs 2013 tarihine kadar uyguladığı politikalar, yasakları yaygınlaştıran düzenlemeler, “tek adam”, “tek parti”, “koşulsuz biat” ve dini referansları öne çıkaran yaklaşımlar bir öfkeyi beslemişti. ancak bu öfkenin varlığını, kabardığını kimse görmemişti.

gezi direnişi; faşizan, otoriter, yasakçı, birey olmayı engelleyen, söz dinlemeyen, insanların bedensel-düşünsel varlığını yok sayan bir iktidara karşı; “ben varım”, “beni dinlemek zorundasın”, “beni olduğum gibi kabul edip, varlığımı tanımak zorundasın”, “bana sormadan yaşam alanlarımda düzenleme yapamazsın” diyenlerin eylemiydi. çevreci olmakla birlikte sınıfsal, her yaş kuşağından insan olmasına rağmen gençlik, kadınların  ve cinsel yönelimleri farklı olanların toplam katılanların yarıdan fazlasını oluşturması nedeniylede eşitlik hareketiydi.


taksim meydanı ve gezi parkı’nda günlerce direnen insanların pankartları, dövizleri, kurdukları yaşam modelleri, birbirleriyle ilişkileri, park içerisinde oluşturdukları yeni insan-yaşam seçenekleri doğru okunmalıydı… bu okuma direnişin öznelerine rağmen değil onlarla yapılabildiği oranda anlamlı ve gerçekçi olabilirdi.
...
salim çalık 


yüzleşmeler (gece konuşmaları) 2

günün ilk ışıkları dalgaları kucaklarken kendini denize attı. doğusunda ufukta güneşin ilk ışıltılarına ve utangaç kızıllığına döndü yüzünü. saatlerce kendi başına gibi görünse de onlarca insan, bitki, hayvan, olay ve an’la birlikteydi… yenildiğini bilmenin ve görmenin rahatlığıyla “merhaba” diyordu; yeni güne, denize, güneşe ve kendine.

“insanı en umutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulmasıdır. bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. insan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. bunu yapmak arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi . öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların… bütün mesele elimdekileri yeteri  kadar çoğaltmak.” s: 281
kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri insanı kendi içinde, toplumları da birey birey parçalıyor, dedi. emeğine, yaratıcılığına ve bilgisine yabancılaştırılan insan kendisini değersizleştiriyor veya değersizleştirildiği duygusuna savruluyordu.

en basit, sıradan üretimlerle, bilgilenmeyle, kendisinin ayrımına varıp kendisini olduğu gibi kabullenip iç barışını sağlayarak değersiz olduğu duygusundan da, değersizleştirilmekten de kurtulabilirdi insan.
neye, nereye yetişmeye çalışıyoruz? içinde bulunduğumuz an’ı ve yeri yaşamadan, az önce gördüğümüzü, düşündüğümüzü algılamadan, duyumsadığımızı ayrımsamadan, düşümüzü tamamlamadan, bu an için dün istediğimizi gerçekleştirmeden nereye, neye gidiyoruz? diye sordu.

insan günlük yaşamını kolaylaştıran, daha hızlı ve çabuk öğrenmesini, iletişim kurmasını sağlayan, çok sayıda işini yapmakta kullandığı birçok teknolojik ürünü ve modaya dönüştürülmüş tüketim malzemesini araç olmaktan çıkarmıştı nicedir. öyle ki, ille de sahip olunması ve tüketmesi gerektiğine koşullandırıldığı gerçeğini görmemekte inat ediyor, amaç haline getirdiği bu sahip olma duygusu, tüketme arzusu ve hırsının teknoloji olarak sunulan çoğu gereksiz tüketim malzemesine bağımlı ve tutsak olmasına yol açtığını göremiyordu.

insanın önceliklerinin yer değiştirdiği, gereksinimlerinin yapaylaştırılıp yönlendirildiği gerçeği orta yerde, gözümüze batmıyor mu yani?

giyim kuşamımız, ev düzenimiz, tükettiğimiz ürünlerin markaları, yediklerimiz, spor saatlerimiz, beden ölçülerimiz, oturmamız gereken mahalle, izlediğimiz televizyon yapımları, okuduğumuz kitaplar, seçtiğimiz meslek, okulumuz, eğlence yer ve yöntemlerimiz gerçekten bizim seçimimiz mi? yaşadığımız şu an’a kadar yaşadıklarımız ve gelecekte yaşamayı istediğimiz yaşam tümüyle bizim irademizle mi oluştu?

ömrümüzün çeşitli evrelerinde bizi kuşatan iletişim araçlarından, yaşam koçlarından, bilgisini(ve ününü) kapitalist düzene kiralamış aydınımsılardan, yarın kaygısıyla bizi koruduğunu-kolladığını sanan yakın çevremizden duyduğumuz, gördüğümüz, etkilendiğimiz şeyleri sahiplenmiş olamaz mıyız? ya da dünyanın en gelişmiş ve çelişkilerin en keskin yaşandığı coğrafyalarında insanların yaşadığı psikolojik bunalımların çeşitliliği ve sayısal ürkütücülüğünün kökeninde neler olabilir? insanlar neden mutsuz ve yapay arayışlarla günü kurtarma, anlık huzur ve mutluluklara bile razı olma noktasına geldiler? uzun erimli, hatta ömür boyu mutlu olamayacağı düşüncesine, algısına, yargısına nasıl savruldu insanlık? gerçekten olamaz mı?

insan “kendi kuşağının kölesi olmak”tan kurtulmalı, diye düşündü. doğanın bir parçası olarak insan kendi varlığının ayrımına var-a-madan kendi özgünlüğünü, bağımsızlığını, bireysel özgürlüklerini ve  var oluşunu kendi eliyle yok ediyordu. yarısı öğretilmiş, yarısı taklit bir yaşamı kendi seçimi ve doğrusu sanarak yaşayan insan tüm insani özelliklerini de yitirmiş oluyordu.

“ben ben miyim?” sorusu ne değerli ve anlamlı bir soruydu. hangi yaşamı, kimin, kimlerin etkisiyle seçtiğim yaşamı yaşıyorum ben? diye sordu. kendi seçimi gibi görünen bu yaşam gerçekten kendi seçimi miydi? işi, oturduğu yer, giyim biçimi, beslenme alışkanlıkları, gelecekte sahip olmak istedikleri kendi seçimi mi tümüyle? ve sahip olduğu bilgiyle, içinde bulunduğu gerçeklikle, aile bireylerinin istedikleriyle, gelir durumuyla, insanın doğallığıyla ne kadar uyumlu? zorunlu ve gerekli mi bunlar; öncelik sırası yapılmış mı?

insanların “sırtına öğütler yüklemek” yerine, vermek istediğimiz öğütleri kendimiz yaşamalıyız; dedi. dalga sesleri gecenin karanlığına ve sessizliğine çentikler atarken, tv’den “ölüm seni arar oldum” türküsü dalga seslerine karışıyordu.

tüketim çılgınlığına kapılan ve kendini tüketen insan ömrünü yiyordu. üstelik kapitalizmin yasal tefecileri olan bankalardan beş-on yıllık kredi çekerek kazanmadığı parayı harcıyordu. kentin “en iyi” yerinden ev, son model araba, “modası geçen” mobilyaların yerine yenisini almak için krediler nitelikli yaşamı, insani gereksinimlerin yeterince karşılanmasını önlemekle kalmıyor; işsiz kalıp taksitleri ödeyememe korkusuyla her haksızlığa, horlanmaya boyun eğmesine yol açıyordu.

tüketmek için çalışan, çok kazanmak için kendini ve içinde bulunduğu ortamı-doğayı parçalayan, parçalandıkça gerçekliğine ve insanlığına yabancılaşan insan bu kısır döngüden kurtulmalı, dedi… ama nasıl?


insan ayrımına varamadığı gerçekliğiyle kendi bedeninde ve yaşadığı ortamda; taklit ederek veya tüketim çılgınlığına kapılarak olmayı istediği (fakat olamayacağı) kimliklerle de başka bedenlerde tutsak yaşıyor. ve insan; üretim-tüketim ilişkilerine teslim olarak tüm bir yaşamını kapitalizme rehin veriyor… tutsaklığını ve kendini rehine verdiğini algıladığında geç olmamışsa değişme çabasına girebiliyor; geç kaldığını sandığında kendinden bıkmaya başlıyor. 

salim çalık