merhaba

sanata, bilime, dayanışmaya, emekten yana siyasete ve sevdaya dair paylaşımlarla bilginin ve deneyimlerin örgütlenmesi çabasıdır "insanın" yolculuğu...

9 Mart 2014 Pazar

yüzleşmeler (gece konuşmaları) 2

günün ilk ışıkları dalgaları kucaklarken kendini denize attı. doğusunda ufukta güneşin ilk ışıltılarına ve utangaç kızıllığına döndü yüzünü. saatlerce kendi başına gibi görünse de onlarca insan, bitki, hayvan, olay ve an’la birlikteydi… yenildiğini bilmenin ve görmenin rahatlığıyla “merhaba” diyordu; yeni güne, denize, güneşe ve kendine.

“insanı en umutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulmasıdır. bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. insan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. bunu yapmak arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi . öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların… bütün mesele elimdekileri yeteri  kadar çoğaltmak.” s: 281
kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri insanı kendi içinde, toplumları da birey birey parçalıyor, dedi. emeğine, yaratıcılığına ve bilgisine yabancılaştırılan insan kendisini değersizleştiriyor veya değersizleştirildiği duygusuna savruluyordu.

en basit, sıradan üretimlerle, bilgilenmeyle, kendisinin ayrımına varıp kendisini olduğu gibi kabullenip iç barışını sağlayarak değersiz olduğu duygusundan da, değersizleştirilmekten de kurtulabilirdi insan.
neye, nereye yetişmeye çalışıyoruz? içinde bulunduğumuz an’ı ve yeri yaşamadan, az önce gördüğümüzü, düşündüğümüzü algılamadan, duyumsadığımızı ayrımsamadan, düşümüzü tamamlamadan, bu an için dün istediğimizi gerçekleştirmeden nereye, neye gidiyoruz? diye sordu.

insan günlük yaşamını kolaylaştıran, daha hızlı ve çabuk öğrenmesini, iletişim kurmasını sağlayan, çok sayıda işini yapmakta kullandığı birçok teknolojik ürünü ve modaya dönüştürülmüş tüketim malzemesini araç olmaktan çıkarmıştı nicedir. öyle ki, ille de sahip olunması ve tüketmesi gerektiğine koşullandırıldığı gerçeğini görmemekte inat ediyor, amaç haline getirdiği bu sahip olma duygusu, tüketme arzusu ve hırsının teknoloji olarak sunulan çoğu gereksiz tüketim malzemesine bağımlı ve tutsak olmasına yol açtığını göremiyordu.

insanın önceliklerinin yer değiştirdiği, gereksinimlerinin yapaylaştırılıp yönlendirildiği gerçeği orta yerde, gözümüze batmıyor mu yani?

giyim kuşamımız, ev düzenimiz, tükettiğimiz ürünlerin markaları, yediklerimiz, spor saatlerimiz, beden ölçülerimiz, oturmamız gereken mahalle, izlediğimiz televizyon yapımları, okuduğumuz kitaplar, seçtiğimiz meslek, okulumuz, eğlence yer ve yöntemlerimiz gerçekten bizim seçimimiz mi? yaşadığımız şu an’a kadar yaşadıklarımız ve gelecekte yaşamayı istediğimiz yaşam tümüyle bizim irademizle mi oluştu?

ömrümüzün çeşitli evrelerinde bizi kuşatan iletişim araçlarından, yaşam koçlarından, bilgisini(ve ününü) kapitalist düzene kiralamış aydınımsılardan, yarın kaygısıyla bizi koruduğunu-kolladığını sanan yakın çevremizden duyduğumuz, gördüğümüz, etkilendiğimiz şeyleri sahiplenmiş olamaz mıyız? ya da dünyanın en gelişmiş ve çelişkilerin en keskin yaşandığı coğrafyalarında insanların yaşadığı psikolojik bunalımların çeşitliliği ve sayısal ürkütücülüğünün kökeninde neler olabilir? insanlar neden mutsuz ve yapay arayışlarla günü kurtarma, anlık huzur ve mutluluklara bile razı olma noktasına geldiler? uzun erimli, hatta ömür boyu mutlu olamayacağı düşüncesine, algısına, yargısına nasıl savruldu insanlık? gerçekten olamaz mı?

insan “kendi kuşağının kölesi olmak”tan kurtulmalı, diye düşündü. doğanın bir parçası olarak insan kendi varlığının ayrımına var-a-madan kendi özgünlüğünü, bağımsızlığını, bireysel özgürlüklerini ve  var oluşunu kendi eliyle yok ediyordu. yarısı öğretilmiş, yarısı taklit bir yaşamı kendi seçimi ve doğrusu sanarak yaşayan insan tüm insani özelliklerini de yitirmiş oluyordu.

“ben ben miyim?” sorusu ne değerli ve anlamlı bir soruydu. hangi yaşamı, kimin, kimlerin etkisiyle seçtiğim yaşamı yaşıyorum ben? diye sordu. kendi seçimi gibi görünen bu yaşam gerçekten kendi seçimi miydi? işi, oturduğu yer, giyim biçimi, beslenme alışkanlıkları, gelecekte sahip olmak istedikleri kendi seçimi mi tümüyle? ve sahip olduğu bilgiyle, içinde bulunduğu gerçeklikle, aile bireylerinin istedikleriyle, gelir durumuyla, insanın doğallığıyla ne kadar uyumlu? zorunlu ve gerekli mi bunlar; öncelik sırası yapılmış mı?

insanların “sırtına öğütler yüklemek” yerine, vermek istediğimiz öğütleri kendimiz yaşamalıyız; dedi. dalga sesleri gecenin karanlığına ve sessizliğine çentikler atarken, tv’den “ölüm seni arar oldum” türküsü dalga seslerine karışıyordu.

tüketim çılgınlığına kapılan ve kendini tüketen insan ömrünü yiyordu. üstelik kapitalizmin yasal tefecileri olan bankalardan beş-on yıllık kredi çekerek kazanmadığı parayı harcıyordu. kentin “en iyi” yerinden ev, son model araba, “modası geçen” mobilyaların yerine yenisini almak için krediler nitelikli yaşamı, insani gereksinimlerin yeterince karşılanmasını önlemekle kalmıyor; işsiz kalıp taksitleri ödeyememe korkusuyla her haksızlığa, horlanmaya boyun eğmesine yol açıyordu.

tüketmek için çalışan, çok kazanmak için kendini ve içinde bulunduğu ortamı-doğayı parçalayan, parçalandıkça gerçekliğine ve insanlığına yabancılaşan insan bu kısır döngüden kurtulmalı, dedi… ama nasıl?


insan ayrımına varamadığı gerçekliğiyle kendi bedeninde ve yaşadığı ortamda; taklit ederek veya tüketim çılgınlığına kapılarak olmayı istediği (fakat olamayacağı) kimliklerle de başka bedenlerde tutsak yaşıyor. ve insan; üretim-tüketim ilişkilerine teslim olarak tüm bir yaşamını kapitalizme rehin veriyor… tutsaklığını ve kendini rehine verdiğini algıladığında geç olmamışsa değişme çabasına girebiliyor; geç kaldığını sandığında kendinden bıkmaya başlıyor. 

salim çalık


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder