günün
ilk ışıkları dalgaları kucaklarken kendini denize attı. doğusunda ufukta
güneşin ilk ışıltılarına ve utangaç kızıllığına döndü yüzünü. saatlerce kendi
başına gibi görünse de onlarca insan, bitki, hayvan, olay ve an’la birlikteydi…
yenildiğini bilmenin ve görmenin rahatlığıyla “merhaba” diyordu; yeni güne,
denize, güneşe ve kendine.
“insanı
en umutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge bulmasıdır.
bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. insan bunu belki varlıklarını
yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. bunu yapmak arada bir
sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi,
çabalamak gibi . öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani
onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. bunu yapmanın da en iyi yolu,
bedava olan şeylerin değerini bilmektir. dağların, kahkahanın, şiirin, bir
dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların… bütün mesele elimdekileri
yeteri kadar çoğaltmak.” s: 281
kapitalist
üretim ve tüketim ilişkileri insanı kendi içinde, toplumları da birey birey
parçalıyor, dedi. emeğine, yaratıcılığına ve bilgisine yabancılaştırılan insan
kendisini değersizleştiriyor veya değersizleştirildiği duygusuna savruluyordu.
en
basit, sıradan üretimlerle, bilgilenmeyle, kendisinin ayrımına varıp kendisini
olduğu gibi kabullenip iç barışını sağlayarak değersiz olduğu duygusundan da,
değersizleştirilmekten de kurtulabilirdi insan.
neye,
nereye yetişmeye çalışıyoruz? içinde bulunduğumuz an’ı ve yeri yaşamadan, az
önce gördüğümüzü, düşündüğümüzü algılamadan, duyumsadığımızı ayrımsamadan,
düşümüzü tamamlamadan, bu an için dün istediğimizi gerçekleştirmeden nereye,
neye gidiyoruz? diye sordu.
insan
günlük yaşamını kolaylaştıran, daha hızlı ve çabuk öğrenmesini, iletişim
kurmasını sağlayan, çok sayıda işini yapmakta kullandığı birçok teknolojik
ürünü ve modaya dönüştürülmüş tüketim malzemesini araç olmaktan çıkarmıştı
nicedir. öyle ki, ille de sahip olunması ve tüketmesi gerektiğine
koşullandırıldığı gerçeğini görmemekte inat ediyor, amaç haline getirdiği bu
sahip olma duygusu, tüketme arzusu ve hırsının teknoloji olarak sunulan çoğu
gereksiz tüketim malzemesine bağımlı ve tutsak olmasına yol açtığını
göremiyordu.
insanın
önceliklerinin yer değiştirdiği, gereksinimlerinin yapaylaştırılıp
yönlendirildiği gerçeği orta yerde, gözümüze batmıyor mu yani?
giyim
kuşamımız, ev düzenimiz, tükettiğimiz ürünlerin markaları, yediklerimiz, spor
saatlerimiz, beden ölçülerimiz, oturmamız gereken mahalle, izlediğimiz
televizyon yapımları, okuduğumuz kitaplar, seçtiğimiz meslek, okulumuz, eğlence
yer ve yöntemlerimiz gerçekten bizim seçimimiz mi? yaşadığımız şu an’a kadar
yaşadıklarımız ve gelecekte yaşamayı istediğimiz yaşam tümüyle bizim irademizle
mi oluştu?
ömrümüzün
çeşitli evrelerinde bizi kuşatan iletişim araçlarından, yaşam koçlarından,
bilgisini(ve ününü) kapitalist düzene kiralamış aydınımsılardan, yarın
kaygısıyla bizi koruduğunu-kolladığını sanan yakın çevremizden duyduğumuz,
gördüğümüz, etkilendiğimiz şeyleri sahiplenmiş olamaz mıyız? ya da dünyanın en
gelişmiş ve çelişkilerin en keskin yaşandığı coğrafyalarında insanların
yaşadığı psikolojik bunalımların çeşitliliği ve sayısal ürkütücülüğünün
kökeninde neler olabilir? insanlar neden mutsuz ve yapay arayışlarla günü
kurtarma, anlık huzur ve mutluluklara bile razı olma noktasına geldiler? uzun
erimli, hatta ömür boyu mutlu olamayacağı düşüncesine, algısına, yargısına
nasıl savruldu insanlık? gerçekten olamaz mı?
insan
“kendi kuşağının kölesi olmak”tan kurtulmalı, diye düşündü. doğanın bir parçası
olarak insan kendi varlığının ayrımına var-a-madan kendi özgünlüğünü,
bağımsızlığını, bireysel özgürlüklerini ve
var oluşunu kendi eliyle yok ediyordu. yarısı öğretilmiş, yarısı taklit
bir yaşamı kendi seçimi ve doğrusu sanarak yaşayan insan tüm insani
özelliklerini de yitirmiş oluyordu.
“ben
ben miyim?” sorusu ne değerli ve anlamlı bir soruydu. hangi yaşamı, kimin,
kimlerin etkisiyle seçtiğim yaşamı yaşıyorum ben? diye sordu. kendi seçimi gibi
görünen bu yaşam gerçekten kendi seçimi miydi? işi, oturduğu yer, giyim biçimi,
beslenme alışkanlıkları, gelecekte sahip olmak istedikleri kendi seçimi mi
tümüyle? ve sahip olduğu bilgiyle, içinde bulunduğu gerçeklikle, aile
bireylerinin istedikleriyle, gelir durumuyla, insanın doğallığıyla ne kadar
uyumlu? zorunlu ve gerekli mi bunlar; öncelik sırası yapılmış mı?
insanların
“sırtına öğütler yüklemek” yerine, vermek istediğimiz öğütleri kendimiz
yaşamalıyız; dedi. dalga sesleri gecenin karanlığına ve sessizliğine çentikler
atarken, tv’den “ölüm seni arar oldum” türküsü dalga seslerine karışıyordu.
tüketim
çılgınlığına kapılan ve kendini tüketen insan ömrünü yiyordu. üstelik
kapitalizmin yasal tefecileri olan bankalardan beş-on yıllık kredi çekerek kazanmadığı
parayı harcıyordu. kentin “en iyi” yerinden ev, son model araba, “modası geçen”
mobilyaların yerine yenisini almak için krediler nitelikli yaşamı, insani
gereksinimlerin yeterince karşılanmasını önlemekle kalmıyor; işsiz kalıp
taksitleri ödeyememe korkusuyla her haksızlığa, horlanmaya boyun eğmesine yol
açıyordu.
tüketmek
için çalışan, çok kazanmak için kendini ve içinde bulunduğu ortamı-doğayı
parçalayan, parçalandıkça gerçekliğine ve insanlığına yabancılaşan insan bu
kısır döngüden kurtulmalı, dedi… ama nasıl?
insan
ayrımına varamadığı gerçekliğiyle kendi bedeninde ve yaşadığı ortamda; taklit
ederek veya tüketim çılgınlığına kapılarak olmayı istediği (fakat olamayacağı)
kimliklerle de başka bedenlerde tutsak yaşıyor. ve insan; üretim-tüketim
ilişkilerine teslim olarak tüm bir yaşamını kapitalizme rehin veriyor…
tutsaklığını ve kendini rehine verdiğini algıladığında geç olmamışsa değişme
çabasına girebiliyor; geç kaldığını sandığında kendinden bıkmaya başlıyor.
salim çalık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder