merhaba

sanata, bilime, dayanışmaya, emekten yana siyasete ve sevdaya dair paylaşımlarla bilginin ve deneyimlerin örgütlenmesi çabasıdır "insanın" yolculuğu...

22 Haziran 2013 Cumartesi

(evet) yaşam biçimine müdahale edilmiyor


diyorlar ki; kimsenin yaşam biçimine müdahale etmedik, etmeyeceğiz. son 3-4 yıl içinde kaç tane toplu tecavüz vakası gerçekleşti bu ülkede, kimi yerel mahkemelerde, kimisi yargıtay'da, kimisi dava bile açılamadan kapatıldı. evet tecavüzcülerin yaşam biçimine müdahale edilmiyor, yılda 7-8 bin işçiyi öldüren patronların iş cinayetlerine müdahale edilmiyor, yasaya aykırı biçimde çaykur'da, hava iş'te grev kırıcılığı yapan yöneticilerin işçi düşmanlığına müdahale edilmiyor, en küçük bir sendikal örgütlenme sırasında işçileri sokağa atan sermayenin sendika düşmanlığına müdahale edilmiyor, çoğu koruma talep etmesine rağmen günde 2-3 kadının öldürüldüğü erkek terörüne müdahale edilmiyor, yasaya aykırı biçimde 1 milyon çocuğun sanayi sitelerinde-sokaklarda emeğini sömürenlere müdahale edilmiyor, parasız eğitim -demokratik üniversite isteyen öğrencileri okuldan atan rektörün keyfiliğine, hapse gönderen yasaları yapan vekilin düşmanlığına müdahale edilmiyor.


evet sayın başbakan haklı kimsenin yaşama biçimine müdahale edilmiyor; bu yüzden binlerce kadın çocuklarının ve kendisinin yaşama tutunması için içişleri bakanlığına vesika başvurusunda bulunuyor, insanlar sabahın saat 05-06'sında 10-20 kuruş ucuz olduğu için bayat ekmek kuyruğuna giriyor, 900 tl ücretle yerin 400-650 metre altında kömür kazıyor, kimsenin yaşam biçimine karışılmıyor; bu yüzden milyonlarca kişi sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonundan 500 kilo kömür 2 paket makarna alabilmek için kuyruklara giriyor... evet kimsenin yaşam biçimine müdahale edilmiyor; her fabrikanın, her sokağın, her caddenin, her ilçenin, her kentin köşelerinde birer deli dumrul (milyoner), korumalı, silahlı, öldürmeye veya lince hazır...

fakat; ne zaman serbest piyasanın taraflarından olan işçiler-memurlar hak talep etse ekonomik kriz-ideolojik, ne zaman öğrenciler-gençler bizi de dinleyin diyerek sokağa çıksa terör örgütleri-marjinallik, ne zaman kadınlar eşitlik dese doğur-evinde otur, ne zaman köylüler hakkını istese "ananı da al git", ne zaman iş güvencesi-temsilde adalet istense istikrar bozulur... sayın başbakan neden söz konusu olan sizin milyoneriniz, sizin kültürünüz, inancınız, isteğiniz olunca serbest oluyor da; söz konusu olan bizim yaşam biçimimiz ve isteklerimiz olunca müdahale ediyorsunuz. greve çıkınca, eylem yapınca, isyan edince karşımızda güvenlik, polis ve jandarma...

salim çalık

ne istiyorsunuz?



ara sıra tv.lere bakıyorum. 3 kanal dışında tüm haber kanalları bana çocukluğumdan (12 eylül 1980'den) hayal meyal anımsadığım trt'nin tek kanallı tv.sini ve radyosunu anımsattılar bir kez daha... taksim gezi parkı ekseninde sürdürülen tartışma yapımlarında konuşmacıları dinlerken 12 eylül'ün sıkıyönetim komutanlarını, milli güvenlik konseyi'nin hazırladığı metinleri okuyan spikerleri anımsıyorum.

bir de kendisini müslüman olarak tanımlayanların 28 şubat günlerini anlatırken "andıçlanan gazetecilerden" söz edişleri düşüyor usuma. genelkurmay karargahına çağrılan gazetecilere verilen brifingler, işten çıkarılanlar, gazete patronlarına verilen gözdağları vs. ...
28 şubatı iyi anımsıyorum. post modern darbe olarak tanımlanan, askerin her alanda etkin olduğu koşullarda bile muhalif gazeteciler yazabiliyor, tv.lerde tartışma yapımlarına çıkabiliyorlardı. 2006-2007 yıllarına kadar her hafta sonu karşıt görüşlü kişiler tv.lerde tartışma yapabiliyorlardı.

yıl 2013. akp'yi ve tayyip erdoğan'ı doğrudan eleştirebilen kaç gazeteci kalabildi merkez medyada. bir çırpıda aklıma gelenler; nuray mert, can dündar, ece temelkuran, uğur dündar, ruhat mengi vb. şimdi sormak istiyorum; 28 şubat'la ilgili sözlerini güçlendirmek için andıç'tan söz eden "müslüman" gazeteciler, aydınlar özellikle 2011'den sonra işsiz kalan gazetecileri kim andıçladı?

bir darbe mi oldu ki; ülkenin en büyük toplumsal olayını bile yorumsuz-sessiz veremedi tv.ler, gazeteler? bir darbe mi oldu ki 07 haziran 2013 tarihinde 7 gazetenin manşeti de "demokratik talebe canımız feda" manşetiyle çıktı. aynı mutfakta mı hazırlandı bu gazeteler. 12 eylül'de kenan paşa'nın hoşuna gitmek için manşet atan gazeteler ile 28 şubat'ta askerden aldığı brifingler doğrultusunda yayın yapan gazete ve tv.lerden ne farkı var bugünkü medyanın, medyaşörlerin? bir de utanmadan özgür basın, ifade hürriyeti hikayeleri, nutukları çekiyorsunuz? bir de utanmadan hala daha allah'ı, dini, türbanı, camiyi meydanlara, ekranlara taşıyarak mağdur edebiyatı yapıyorsunuz.

bürokrasiyi temizlediniz, medyayı temizlediniz, yargıyı temizlediniz, üniversiteleri temizlediniz, 9 yılda 27 kişiyi dünyanın en zenginleri listesine sokacak kadar palazlandınız... doymadınız. daha ne istiyorsunuz? bütün itiraz kanallarımızı kapatarak iktidarınızı (darbenizi) kalıcılaştıracağınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. bu ülkede 27 mayıs kalıcı olamadı, bu ülkede 12 mart kalıcı olamadı, bu ülkede 12 eylül kalıcı olamadı, bu ülkede 28 şubat kalıcı olamadı, siz de kalıcı olamayacaksınız. bunca suskunluğun yaratacağı çığlık bu ülkenin demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet, dayanışma, barış yolunu açacaktır.

salim çalık

10 Haziran 2013 Pazartesi

artık yeter


















 


yeter
  yeter artık
gaza doyduk copa doyduk

yeter
  yeter artık
baskıya doyduk lafa doyduk

bir avuç değil kucak dolusu
             gökyüzü istiyoruz

yeter
  yeter artık
hapse doyduk ölüme doyduk
lütfettiğinizi değil
          doğanın verdiği kadar özgürlük istiyoruz

yeter
  yeter artık
kana doyduk/ düşmanlığınıza doyduk

adalet istiyoruz
           kendinize istediğiniz kadar
eşitlik istiyoruz
          ormanları oluşturan ağaçlar gibi
yaylada çimenler
          gökyüzünde kuşlar gibi

yeter
  yeter artık
nefrete doyduk yalana talana doyduk
barış istiyoruz dayatmasız
           parkları istiyoruz talansız

yeter
  yeter artık
yolları istiyoruz elele kolkola
yazı yazmak resim yapmak
             hem sağa hem sola
gözümüz yok sizde olandan daha fazlasında

07.06.2013/ salim çalık







                            

9 Haziran 2013 Pazar

damlaya damlaya sel olan isyan



gezi parkı’ndaki polis şiddetiyle başlayıp taksim direnişi’ne dönüşen ve ülke geneline yayılan direnişe karşı iktidarın verdiği ilkel ve vahşice tepkinin doğru okunması gerektiği, bu okumanın özenli ve dikkatli yapılması gerektiğini düşünüyorum.

            gezi parkı’ndaki ilk eylem çevre duyarlılığı ekseninde başlamıştı. sabaha karşı polisin kaba, ilkel şiddeti sonrası istanbul halkının gezi’deki eylemcilerin yardımına koşması ve eylemi sahiplenmesiyle iyice hoyratlaşan iktidar ve istanbul’u yönetenlere karşı, ülke genelinde açığa ve sokağa çıkan kitlelerin ilk tepkisi de ağırlıklı olarak vicdan merkezliydi ve kısa bir süre sonra isyana dönüştü.

            bu nedenle, direnişe katılanların siyasi, etnik, dinsel, cinsel, örgütsel çeşitliliğini görmek yerine; yalnızca işimize gelmeyen, uyumsuzluk içinde bulunduğumuz yapıları öne çıkararak katılmamak, eylemi (isyanı) desteklememek akp faşizmini desteklemek anlamına gelir. veya bugünün tartışması olmayan, olmaması gereken polemiklere yönelmek akp faşizmine yol göstermek olur. ya tüm renklerimizle yan yana durmayı öğrenip birbirimize katlanacağız, ya da akp-medya-cemaat-sermaye ittifakının diktatörlüğüne katlanacağız.

            ülke genelinde kitlelerin sokağa çıktığı, merkezi niteliği olmayan, akn’nin 11 yıllık baskıcı, totaliter, tek adam yönetiminin taksim(ler)de işlediği kent suçuna karşı çıkanlara yönelik şiddetin tetiklediği direniş akp’nin gerçek yüzünü açığa çıkardı, çıkarmaya da devam edecek. bu yüz de; en küçük (bir o kadar da büyük) bir sivil eyleme tahammül edemeyişidir. ki, öfkeleri ve uygulattıkları şiddet seçilmiş bir liderin değil, bir diktatörün tavrıyla örtüşmektedir. gerçekte bu tahammülsüzlük yıllardır yaşanıyor, görünüyor, (fakat) bir araya gelemiyordu.

            işlerinden atılan gazeteciler, işçiler, siyasi tutuklamalar, meslek örgütlerinin yönetimlerini ele geçirme girişimleri, grev kırıcılığı, muhalefeti aşağılamayı-ötekileştirmeyi günlük politikaya dönüştürme, sanatın içine tükürme, cumhuriyet kurumları olarak bilinen yapılara karşı saldırılar, eğitim politikaları, üniversite öğrencilerinin her bir araya gelişlerinde polis şiddetiyle karşılaşmaları gibi onlarca olay. bu nedenle taksim direnişlerinde tekel işçileri de, cinsel yönelimleri farklı olanlar da, yazarlar-çizerler de, sanatçılar da, köylülerle birlikte orta sınıflar da, çevrecilerle birlikte yıllarca apolitik-bilgisayar çocuğu denerek küçümsenen öğrenci gençler de yan yana gelebildi.

            fakat taksim direnişi’ne katılanların “çapulcu”olarak nitelenmesi tüm bu toplum katmanlarının, özellikle de bilgisayar çocuğu olarak küçümsenen gençlerin yok sayılması, medya tarafından “görülmemesi” ve uygulanan düşmanca şiddet 11 yıllık birikimi açığa çıkarırken bir şeyi daha netleştirdi; bunca insanlık dışı uygulama karşısında devlet yöneticileri, akp içerisindeki siyasetçiler ve polis müdürleri–memurları arasında vicdan sahibi, insanlık onuruna sahip çıkacak, çıkabilecek kişilerin (şu ana kadar) ortaya çıkamayışıdır.

            tam bu noktada; barış süreci başta olmak üzere, ülkenin demokratikleştiği-demokratikleşeceği, özgürlüklerin gelişeceği, insan hak ve özgürlüklerine dayalı anayasa yapılacağı iddia ve beklentisiyle akp’ye umut bağlayıp destek verenler hala daha aynı yerlerinde duracaklarsa dikkatli olmalarını öneririm. kentine, parkına sahip çıkıp, istekte bulunanlara bile katlanamayan, dinlemeyen, ölümlere-binlerce yaralanmaya rağmen sakinleştirmeye dönük söz ve eylemler yerine kendi seçmenlerini sokağa çıkarmakla tehdit eden (istanbul’da, adana’da, mersin’de, ankara’da karşılama gerekçesiyle çıkaran) bir başbakanla ve iradelerini, düşünme yetilerini başbakana teslim etmiş (adamış) siyasetçilerle demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet ve barış gelmez.

            bakanlık koltuklarında oturanların figür, milletvekillerinin otomatik parmak, belediye başkanlarının gübür olmaktan öteye geçemediği bir siyasi yapıyla karşı karşıyayız (karşıyaydık). bu tam anlamıyla tek adamlıktır. darbelerle, vesayetle, lobilerle savaştığını söyleye söyleye kendisi rejim olmuş, kendi vesayetini kurmuştur. (askeri vesayeti kırmakla öğünen başbakan neden “topçu kışlası” gibi askeri bir binada diretiyor sorusu da önemlidir)  yaşadıklarımızın merkezi olan “taksim ve istanbul’u kim yönetiyor?” sorusu yeterlidir durumu anlamaya. vali partinin memuru, belediye başkanı mevzuat gereği koltuk dolduran kişidir. kent yönetimiyle doğrudan ilgili bu konu kültürle, tarihle, çevreyle de ilgilidir. o zaman çevre bakanı, kültür bakanı, belediye başkanı, ilgili kurullar neden tek bir söz etmez-edemez kendilerini ilgilendiren boyutlarıyla.

            taksim direnişi ekseninde ülkemizde yaşananlar bir bütün olarak düşünülmeli, iktidarın tavrı da 11 yıllık geçmişiyle değerlendirilmelidir. bundan önceki seçimlerde akp’nin slogan olarak kullandığı “nereden nereye?” sorusunu sorma ve yanıtını verme sırası her yeri taksim her yeri direniş eyleyenlerdedir. bu yüzden bugün sessiz kalanlar yarın sıranın kendilerine geleceğini bilmeliler. bunu görmeleri için tayyip erdoğan’ın 2002’de birlikte yola çıktığı kişi ve kurumlardan geriye kimlerin kaldığına bakmaları yeterlidir.

            polis şiddetine susanlar, ayrımcılığa, ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya göz yumanlar, kırılmaya çalışılan grevlere sessiz kalan sendikalar, akademik özgürlüğe sahip çıkmayan hocalar, iktidara yaranmak için haber yapan medya çalışanları, duyarsız kalan sanatçılar, dinsel duyarlılıklarıyla akp’ye oy vermiş vicdan sahipleri, tayyip erdoğan’ı karizmatik bulanlar, ekonomi-istikrar gibi gerekçelerle akp’yi destekleyenler;  (eğer gerçekten özgürlük, adalet, eşitlik, barış istiyorsanız) unutmayın; bugün değilse yarın sıra size de gelecek.


salim çalık/ 09.06.2013

7 Haziran 2013 Cuma

NELER YAPILMADI Kİ?

           
            “Neler yapılmadı ki? 81 ilde üniversite açtık. Harçları kaldırdık. Okullar açtık. Ekonomiyi düzelttik…”diyor başbakan. Ve demokrasinin oy kullanmaktan ibaret olduğunu ileri sürerek “İtirazın, rahatsızlığın varsa sandıkta gösterirsin. Bu olaylar bizi seçim yoluyla yenemeyenlerin provokasyonudur.” diyor.

Bu sözleri her duyduğumda (ki kaderini AKP’ye bağlamış olan medya patronlarının yayın organlarında sıkça duyuyoruz) bazı Arap şeyhliklerini ve İran’ı, Rusya’yı, Mübarek ve Mursi Mısır’ını anımsıyorum. Bu ülkelerde de seçimler yapılıyor. Özellikle Arap Şeyhliklerinde Tayyip Eroğan’ın Türkiyesi’yle karşılaştırıldığında olmayan yok. Petrolden gelen dolarla kurulmuş, cennetlere benzeyen bu ülkelerde de seçimler yapılıyor.

            Başbakanın sözleri; “karnını doyurdum, üstünü giydirdim. Niye yaramazlık yapıyorsun?” diyerek çocuğunu azarlayan otoriter bir babayı da anımsatmaktadır. AKP yandaşı yazar-çizer takımının, medyasının yayınlarında bu daha açıkça dile getiriliyor zaten.

            İnsan düşünme gücünü, yetisini küçük, dönemsel çıkarları uğruna kendi elleriyle yok ettiğinde, yaşamak denilen olguyu karın doyurup, barınmak, giyinmek olarak görmeye başladığında başbakanın söylediği noktaya gelir. Sorgulamaktan uzak, verilene rıza gösteren, iradesini yönetenlere teslim etmiş, kendisine gösterilen düşleri kendi düşleri sanıp sahiplenen noktaya gelir.

            Oysa tüm propagandist yayınlara, koşullandırmalara, baskılara, dışlamalara rağmen kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü, bilincini koruyan, geliştiren milyonlarca insan; birey ya da örgütsel olarak varlıklarını korudu. Başbakan ve çevresindekilerin göremediği, görmek istemediği, hatta gözlerine inanamadıkları noktalardan biri budur. Tam da ülkeyi yavaş yavaş değiştirip, dönüştürdüklerinden emin oldukları, 2023’e kadar kesin olarak iktidarda kalacaklarını, Türk tipi başkanlığa yaklaştıklarını düşündükleri bir sırada Yeni bir Türk Tipi bir direnişle karşılaştılar.

            Tayyip Erdoğan’ın “neler yapılmadı ki?” diye sorup kendisinin yanıtladığı süreçlerin gençleri, yani (önemli bir böülümü) ömürlerinde AKP’den başka iktidar görmeyen yüzbinlerce “çapulcu” hiç beklemedikleri bir anda “bir dakika” dediler. Tayyip Erdoğan bu uyarıyı dinlemek ve anlamak yerine “Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun ve belki de Balkanlar’ın en güçlü adamı” olduğu inancı ve kabadayılığı ile karşılık verince “bir dakika” uyarısı ülke geneline yayılarak “istifa” çağrısına dönüştü.

            Bu sözlerle eylemciler nankörlükle, demokrasi karşıtı olmakla suçlanırken, hemen ardından “bize oy veren %50’yi evde zor tutuyoruz” diyerek iç savaş tehdidinde bulunup, eylemcileri kendi seçmen tabanına hedef göstermekten çekinmemektedir. Nankörlük ve “çapulculuk” algısı kendisini her şeyin sahibi sanmanın, kendini beğenmişliğin ve kutsamanın yansımasıdır. Bu yüzden de kendisine oy veren %50’nin asker gibi peşinden gelip savaşacağını sanmaktadır. Bu demokrasiyle işbaşına gelmiş bir diktatör tavrıdır ve katıksız bir faşizmdir. Çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakkümünü, azınlığın da çoğunluk gibi (başbakana) itaatini vaaz eden sandık demokrasisine karşı gelişen eylemlere tahammül edilemeyişinin nedenlerinden biri de budur.

            11 yıllık AKP iktidarı süresince toplumun değişik kesimleri yok sayıldıkları, dinlenmedikleri, ciddiye alınmadıkları onlarca kararı, düzenlemeyi bir kenara yazdılar. Tayyip Erdoğan ve AKP cephesinin “neler yapılmadı ki?” sorusuna karşılık olarak insanlar da tek tek veya örgütsel olarak neler yapılmadı ki diyorlar.


Taksim Gezi Parkı düzenlemesi mahkeme kararına rağmen yapılacak denildi. Alevilerin din ve vicdan özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmazken 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adı verileceği açıklandı. Alkol fiili olarak yasaklandı. Hava İş grevine saldırıldı, Tek Gıda İş grevi yasadışı olarak kırıldı. Kürtaj ve 3 çocuk vb. söz ve düzenlemelerle kadınların bedenine müdahale edildi. Cinsiyetçi yaklaşımların öne çıkarılması ataerkil kültürü hortlatarak hergün 2-3 kadının öldürülmesi sonucunu doğurdu. Farklı cinsel seçimleri nedeniyle insanlar ahlaksızlıkla, hastalıklı olmakla suçlandı. Üniversite öğrencilerinin polis tarafından dövülmesi rutin hale geldi. Üniversitelere yeni bir emniyet birimi yasası getirildi. Eğitim sistemini altüst ederek dini eğitimi yaygınlaştırıp kaliteyi düşürüldü. Sağlık sistemini paralı duruma getiren uygulamaları küçük dozlar halinde yutturarak halk kandırıldı. Uludere’nin failleri gizlendi. Reyhanlı patlaması üzerindeki sis perdesinin aralanmadı. Çoğu yasaya ve yargı kararlarına aykırı olarak HES inşaatları sürdürüldü. Birçok kentte Kürtlere, Çingene yurttaşlara yönelik linç girişimleri karşısında sorumlu ve suçlular hakkında işlem yapılmadı. Medyada en küçük eleştiri getiren yazar ve yapımcıların işine son verilerek çok kanallı bir resmi (AKP’li) haber ajansı yaratıldı. Yıllarca kendisini desteklemiş olan yazarları bile dinletti. Dizilere, heykellere, resimlere müdahale edildi, sanatın içine tükürüldü. Binlerce kişi çeşitli gerekçelerle kendisine uydurulan suçlamalarla tutuklandı. Başta hekimler olmak üzere toplumun okumuş-yazmış demokrat (ve muhalif) bireyleri aşağılanıp hedef haline getirildi. İnşaatlarda, barajlarda, madenlerde, tersanelerde binlerce işçi iş cinayetine kurban gitmesine rağmen birçok sorumlu cezasız kaldı. Hemen hemen hergün meclis içinde ve dışındaki muhalefet alabildiğine aşağılandı, ötekileştirildi, yok sayıldı.2008 ve 2013 yıllarındaki 1 Mayıslar’da İstanbul’a adeta bir sıkıyönetim yaşatıldı. Anayasa referandumu ile vaat edilen çok sayıda düzenlemeyi yapmayıp yalnızca işine gelenlerle ilgili yasal düzenlemeleri yaparak kendisini destekleyenleri kandırdı. Kendisine derdini anlatan köylüye “ananı da al git” dedi. Kendi partisiyle birlikte tüm ülkenin özgürlüğünü yok etti. Tüm bunları da sandık, seçim edebiyatıyla yaptı ….
Şimdi tüm bu çevreler bir araya gelmiş durumda. Kendisini mağdur, itilmiş, kakılmış, yok sayılmış, çapulcu sayan, AKP'nin söz-eylem ve uygulamalarından bir biçimde canı ve fikri yanmış kitleler başlangıçta Tayyip Erdoğan'a karşı yönelttikleri tepkilerini AKP'ye çevirdiler; üstelik öfkeye dönüştürerek.

Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar. Evet neler yapılmadı ki…

07.06.3013 / salim çalık

“DIŞ DÜŞMANLAR, İÇ DÜŞMANLAR” ve AKP SEVERLER


            Medya taksim Gezi Parkı’nda olan biteni görmüyor, göstermiyor, en basit biçimiyle haber olarak bile geçmiyor derken 2 gündür zembereği boşalmışçasına “haber, tartışma yapımları, köşe yazıları” dökülmeye başladı. 2002 yılında bugüne kadar olduğu gibi topluma olmayan bir AKP ve Tayyip Erdoğan gösteren, sunan merkez ve yandaş medya bu kez de olmayan bir Taksim ve Gezi Parkı Direnişi sunuyor.

            Olayları soğuk savaş dili ve anlayışıyla açıklayıp toplumu AKP’li olanlar ve karşıtları olarak görmenin, göstermenin yanına bir de; Taksim Direnişçilerini “darbeci, Türkiye’nin gelişmesinden rahatsız olanlar, ajanlar, ideolojik gruplar, AKP’yi sandıkta yenemeyeceğini anlayan demokrasi karşıtları vb. eklediler. Bazı eylemler sonrası yargı kararını bile beklemeden eylemcileri “yasadışı örgüt üyesi” ilan edenler bu sefer çerçeveyi genişlettiler.

            Türkiye’nin bugüne dek görmediği ve hiç kimsenin aklından geçirmediği, düşünmediği bir başkaldırı olan Taksim Gezi Parkı Direnişini anlamak, çözümlemeye çalışmak yerine “marjinal gruplar”, “iç ve dış mihraklar”, “darbeciler”, “aşırı sol örgütler” vb. diyerek 1970’li-1990’lı yıllar arasındaki soğuk savaş diliyle 1) çoğunluğu AKP’ye oy vermiş olan dini duyarlılıkları önemseyen kitleye 2) ağırlıklı olarak MHP’ye oy veren milliyetçi kitleye göndermelerde bulunmaktadır. Böylece hızla kitleselleşen ve kitleselleşeceği görülen direnişe karşı bir milliyetçi (muhafazakar) cephe yaratmaya, bu cepheden katılımları da önlemeye çalışmaktadır. “evlerinde tuttuğumuz %50” sözü de bunun yansımalarından biridir.

            Devletle birlikte iktidarı da ele geçirdikçe her türlü muhalefeti, eleştiriyi, hak talebini, eylemi kendi iktidarına karşı değil de Türkiye’ye, “Türkiye’nin gelişmesine”, devlete karşı olarak göstererek kimi zaman içten içe, kimi zaman açıkça düşmanlıkları, kutuplaşmayı körükleyen dil AKP destekçisi çok sayıda yayın organı ve yazar tarafından öne çıkarılmaktadır. Taksim Gezi Parkı Direnişi ile en uç noktaya ulaşmış, ulaştırılmıştır.

            Oysa başbakan da, çevresindekiler de, yazarları borazanları da biliyor ki; biz onlar kadar, onlar da bizim kadar (hatta bizden fazla) ideolojiktirler. İdeolojiyi kötü bir şey gibi gösterip “dindar gençlik” yaratmaya çalışırken de ideolojik davranıyorlar. Sola, sosyalistlere, kendisini desteklemeyen muhafazakar çevrelere, liberallere saldırıp ABD’nin cephesinde saf tutarken de, yoksulları dilencileştirip gelir dağılımındaki uçurumu büyüten ekonomi politikalarını kutsarken de ideolojik ve dış-iç mihraklara bağlı davranıyorlar.

            Ortadoğu politikaları, özelleştirmeler, ülkenin yabancı sermaye gruplarının çiftliğine dönüştürüldüğü vb. düşünülürse iç ve dış mihraklarla bağlantılı olanlar Taksim Direnişçileri değil AKP’nin ta kendisidir. Ve bu da bir ideolojik tercihtir.

            Türkiye halkları 2003 yılında AKP’nin ABD ile birlikte Irak’a girmesine karşıydı. Bugünse Suriye ve genel olarak Ortadoğu politikalarına karşı. Savaşa karşı barışı savunan, birlikte yaşamayı öneren Türkiye halkına karşılık olarak içte ve dışta kapitalist-emperyalist politikalar peşinde koşan AKP ve Tayyip Erdoğan da en az Taksim Direnişçileri kadar marjinaldir. Ve gırtlağına kadar ideolojiktir.


07.06.2013 / salim çalık

3 Haziran 2013 Pazartesi

ne kadar daha görmeyecek, duymayacak ve susacaksınız?

bu memlekette sivil bir eylemi gaza, bombaya, kana boğmam, boğdurmam diyecek onurlu bir siyasetçi, yetkili, yönetici yok mu?

bütün bu olup bitenlerin haberleştirilmesinin önlenmesine isyan edecek bir genel yayın yönetmeni, haber müdürü yok mu?

sayın cumhurbaskanı, akp İçerisinde siyaset yapanlar, kamu görevlileri beğenmediğiniz anayasa bile size izleme, susma hakkı vermiyor.


salim çalık







akkı verm

şiddetin belgelenmesi üzerine


barolar birliği'nin bu çağrısını önemsemeliyiz.önümüzdeki günlerde hem ülke içerisinde hem de yurt dışında gelişebilecek hukuki süreçlerde ve karşı propagandalarda yaşananların belgelenmesi, bu yolla kayıt altına alınması gerekliliktir.


2 Haziran 2013 Pazar

Fatih Akın'dan Mesaj Var ! Biz Yenicez Mutlaka Yenicez ve Siz Türk Medya...

her yer taksim (ve iktidara anladığı dilden seslenmek)

2008 mayıs'ında yazdığım bir yazımda; 
"...
AKP’nin tüm demokrasi, özgürlük, insan hakları söylemine rağmen yoksullar, emekçiler, Kürtler, kadınlar, aydınlar, devrimciler için değişen bir şeyin olmaması, tam tersine çatışmanın açık hedefi durumuna getirilmesi nedeniyle düşünmek ve düşündürmek gerekir.

Tüm karşı söylemlerine rağmen bir iktidarın kendinden öncekilerin mirasını sahiplenerek hükümet etmesi karşısında; laik-anti laik çatışmasının ötesinde yaklaşımlar açığa çıkarmamızı zorunlu kılıyor.

Türkiye sosyalist hareket ve partileri, emek örgütleri sistem dışı bir muhalif dili ve bakış açısını geliştirmek zorunda. Egemenler arasında taraf olup kendi faşizmini seçmek yerine kendi ideolojik önermelerini oluşturup kitlelerle buluşturmak zorunda. Saldırının büyüklüğü ve yol açtığı (açacağı) yıkım göz önüne alınarak temel yaklaşımlarda işbirliği geliştirmek, bu işbirliğini kalıcılaştırmaya çalışmak kaçınılmaz bir sorumluluktur.


“Faşizme karşı omuz omuza” ve “Kurtuluş yok tek başına, Ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganlarına uygun pratikler oluşturmamız zorunluluktur. Dayatılan faşizm seçeneklerine karşılık sosyalizmi-demokrasiyi seçenek kılabilmek ve faşist dayatmayı kırabilmek sol-emek eksenli bir söylem ve işbirliğini sokağa, günyüzüne çıkartmaktan geçiyor. Türkiye koşullarında sosyalist bir savaşımı örgütleyemiyor, bunu başaramıyorsak ne anlamı var düşünmenin, yazmanın? " demiştim.

şu anda kesin tespitlerde bulunmak için erken olsa da; taksim'de ve taksim merkezli olarak ülkede ayağa kalkan muhalefet tüm renkleri, ayrımları, çelişkileri hatta taleplerindeki değişikliklere rağmen demokrasi ve özgürlükler konusunda birleşmiştir.

akp yaşanan protestoları gezi parkı, topçu kışlası içerisine tutsak etmeye çalışsa da; herkes biliyor ki taksim bir simge, bir semboldür artık. taksim ve taksim eksenli olarak ülkede gerçekleştirilen eylemlerin öncesinde eğitim sistemindeki değişiklikler, imam hatiplerin çoğaltılması, grevleri kırılan işçilerin biriken öfkesi, en basit talebi "ananı da al git"le karşılanan köylünün öfkesi, üniversitelerde yaşanan polis şiddetinin kurumsallaştırılması, alkol düzenlemeleri, yargı kararlarına rağmen sürdürülen HES inşaatları, din ve vicdan özgürlüğüne karşı yapılan saldırılar, cinsiyetçi-sınıfsal-dinsel-mezhepsel-ideolojik ötekileştirmeler, medya üzerindeki baskılar, haksız-hukuksuz gözaltı ve tutuklamalar, kentsel dönüşümün mağdurları, hızla yoksullaşan-işsizleşen kent yoksullarının biriken öfkesi, akp'nin içine düştüğü iktidar zehirlenmesinin yansımaları gibi onlarca olgunun sonucu taksim'dir.

ve akp faşizmi kendi iktidarını, gücünü halkın üzerinde kanıtlama gayretiyle bu denli kör, hesapsız, anlamsız (bir o kadar da anlamlı), yok etmeye dönük şiddet uygulamasaydı bu eylemler büyümeyecekti belki de. toplum "yeter artık" dedi. tüm baskılara, korkutma-yıldırma politikalarına rağmen "yeter artık" diyen toplum bu yüzden "akp istifa" sloganını öne çıkardı. eğer milyonlarca kişi akp'nin daraltmaya çalıştığı gibi yalnızca taksim gezi parkı için sokağa çıkmış olsaydı (ki çıkmazdı) "faşizme karşı omuz omuza", "akp halka hesap verecek" vb. sloganları öne çıkmaz, çıkamazdı.

taksim'de ve taksim eksenli olarak ülkenin tamamına yakınında ortaya çıkan gerçeklik; toplumun biriken öfkesinin patladığıdır. ve ülke tarihimizde eşine pek rastlanmayan biçimde; bir araya gelemeyecek siyasi yapılar, taraftar grupları, dernekler, partiler polis şiddetine, baskılara, tehditlere rağmen taksim taksim bir araya gelerek demokrasi-özgürlük-adalet-eşitlik taleplerini en gür biçimde açığa, meydanlara vurmuşlardır.

1 mayıs 2008'de ve 1 mayıs 2013'te istanbul'da sıkıyönetim uygulayan akp iktidarı 2008 1 mayısı'ndan bu yana devlettir. ergenekon'la, çetelerle, darbelerle savaştığını söyleye söyleye kendisi devlet olan, kendi ergenekon'unu kuran, iktidar paylaşımında gücü eline geçiren tayyip erdoğan ve akp yönetimi 11 yıldır alışık olmadığı ve beklemediği bir şeyle; muhalefetle karşılaşmıştır. bu yüzden şaşkın, bir o kadar öfkeli, hırçın ve acımasızdır. ve bir o kadar da korkak... çünkü; beklemediği hiç hesaplamadığı bir durumla karşı karşıya geldi; halkla, muhalefetle...

mısır'da tahrir meydanında 1 milyon kişi hüsnü mübarek rejimine karşı ayaklanınca "mübarek istifa etmeli. halkın iradesine saygı göstermeli" diyen tayyip erdoğan ve dış politika kurucuları şimdi kendi tahrir'i (taksim'i) karşısında paniklemiş durumda. şiddetin ve acımasızlığın bir nedeni de bu paniktir. 2023-2071 hedeflerinden söz ederken 2014'ü görememe riskiyle yüz yüze kalmıştır. ve arap baharı için kullandığı tüm sözler şimdi kendisi için geçerli duruma gelmiştir. neredeyse ülkenin tüm illerinde "akp halka hesap verecek" "hükümet istifa" sloganları atılırken rahat edemeyeceği kesindir. 

çok erken olmakla birlikte; taksim'den ülke geneline yayılan ve taksim taksim çoğalan halk muhalefeti türk baharına dönüşebilir. bunca şiddetin, dökülen kanın, yaralamaların, tutuklamaların, aşağılamanın sonucunun türk baharı olması da olanaklı ve gereklidir.

salim çalık/ 01 haziran 2013



 

 

 

 


 







 

 





 








 

 




fotoğraflar:sendika.org'dan alınmıştır.