dışarı
çıktı…başladığı kitabı bitirmek üzereydi. gökyüzü kömür kadar kara, gecenin
sessizliğiyle birleşen hava daha da soğuktu. önce yirmidört saat durmaksızın
çalışan ve gök gürültüsüne öykünür gibi ses çıkaran makinanın göstergelerine
baktı, sorun görünmüyordu.
aklında
bitirmek üzere olduğu kitaptan bölümler uçuşurken, çatıdan damlayan damlaların
dalga sesleriyle birleşiminden oluşan yeni bir ses duydu. üç, dört kilometre
uzaktan bile duyulabilen makinanın sesinin yerini damla ve dalga seslerinin
karışımı, karanlığın ve soğuğun yerini içgüdülerinin ayaklanmasıyla ortaya
çıkan bir sıcaklık aldı.
okuduğu
cümleler birbiriyle yarışır gibi, sayfalar üst üste, alt alta sevişir gibi
dönerken dalgalara baktı. sokak lambasının zayıf ışığıyla düşlerini birleştirerek baktığı dalgalar
pazarlıksız, hesapsız, bencillikten arınmış, yerleşik duygulardan soyunmuş bir
kadın gibi kucaklıyordu kıyıyı…
çoğu
insanın gizlediği, yüzleşmekten kaçındığı veya aklı zorlayan gerekçelerle
anlamlandırmaya çalıştığı, maskelerle dolaştığı gerçeğini bilerek, içindeki
fırtınayı serbest bıraktı. içgüdü, doğarken dünyaya beraberimizde getirdiğimiz
şey’di. bir organ veya akıl neyse içgüdü de oydu.
bitirmek
üzere olduğu kitabın bazı bölümlerine ekler yaptı, kendisini ve bir iki kişiyi
daha kitabın içine kattı. iktidar ilişkilerinin ve toplumu yönetenlerin
yönetişim işini kolaylaştırmak için dayattıkları tüm değerleri, kuralları bir
kenara attı. anne karnında kural yoktu, ekmeğin ve suyun alınıp satılmadığı
toplumlarda da bu değer ve kuralların çoğu yoktu…
her
şeyin bedelinin olduğu dünyada bedeli ödenince değer ve kurallar da satın
alınabiliniyorsa, o zaman satılık olabilen değer ve kurallar yıkılmalıdır diye
düşündü.
gecenin
karanlığıyla birleşen soğuk ve dalgalara uzanmaya çalışan damlaların sesiyle
düşlerini harmanladı. kitap, kendisi ve eklediği kişilerle selamladı gelmekte
olanı.
iki
hafta önce yazdığı dizelere takıldı gözleri… ay yorgunuyum yine/ yılın en uzun
gecesinde/ sabah güneşine koşuyorum/ kıvranıyor düşlerim, aklım sende/ düşlerim
harman güneşte…
sevmek
yaralıyordu insanları. birliktelikler, sevişmeler, konuşmalar, yazışmalar
öğrenilmişin dışına çıkmadan, derinlemesine düşünülmeden gerçekleşiyordu. tüm
tarafların yenildiği bir oyunda herkes kendi yengisini, kahramanlık öykülerini
anlatıyordu. oysa eşini-sevgilisini duygusal, düşünsel, cinsel, tensel, maddi
açılardan bir bütün olarak tanıyıp mutlu edemeyen birinin mutluluğu olsa olsa
düşmanlarını öldürdükçe kendini kahraman ilan eden komutanın kan sarhoşluğuna
benzeyebilir… ve gün gelir en büyük komutanlar bile vicdanına ve
yaşayamadıklarına yenilir.
bitirdiği
kitabın üzerine düşünüyordu, son günlerde… şibumi…
doğu
batı toplumları üzerine yapılan saptamalar, insanın zorluklar karşısında
kendini fiziki ve bilinçsel düzeylerde korumak için geliştirebileceği savunma
mekanizmalarının kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen evrelerini düşündü,
ve roman kahramanının mistik bir anında, “…Yerinizden kıpırdamaksızın uzaklara
gitmek. Yani… uçup başka şeylerin içine girmek ve … Ve her şeyi anlamak… İnsan
arada hiç dinlenmeksizin günler boyunca sürekli olarak nasıl yaşayabilir?”
dediğini anımsadı.
insanın
doğanın bir parçası olduğunu, herhangi bir hayvandan veya bitkiden “üstün”
olmadığını yıllardır düşünüyordu. birçok kişinin tembellik veya boş iş olarak
gördüğü davranışları da vardı. mistik değildi belki, fakat içinde bulunduğu
yerde yabancı, öteki gibi durduğunu, yalnız olduğunu duyumsuyordu çoğu kez.
kendisinin
de yenildiğini anladı. yaşattıklarında ve yaşadıklarında gördüğü eksiklikler,
fazlalıklar, gereksiz eylemler kendi yenilgisiydi. ne kadar öldürüldüyse o
kadar öldürmüştü. sevi-ş-me-lerini, dostluklarını, arkadaşlıklarını,
düşlediklerini, nefret ettiklerini, beslediği hayvanları, diktiği fidanları düşündü…
“unutma
ki ölmek ciddi bir iştir.” diyordu romanın kahramanı. oysa insanlar hiç
ölmeyecekmiş ve ölümü yenmiş gibi düşlere fırlatılıp atılmıştı. vitamin
hapları, diyetler, sağlıklı yaşam sporları, yaşam koçları, en uzak noktalara
ulaştırılarak bir ahtapot gibi insanları sarmış sağlık marketleri insanlara
ölümü unutturmuştu. oysa madenlerde, tersanelerde, inşaatlarda, fabrikalarda,
trafikte, tarlalarda, dünyanın gözünden kaçırılan yoksul coğrafyalarda ölüm kol
geziyordu. etnik-dinsel-cinsel-ekonomik şiddet yarı ömürlerinin yaşayamadan yok
ediyordu insanları. uzun yaşamanın, ölümüm yenme düşlerinin paraya çevrildiği
dünyada erken ölümler de insan yapısıydı ve yenilgisiydi insanlığın.
“sevmek”
öldürüyordu insanları. katiller katil değil sevgili olduklarını söylüyordu.
sevgilisini-eşini çok seven ayrılma korkusuyla, dinini çok seven tanrısı için,
ülkesini çok seven bölünmemek için, yasal mermili memur devletine hizmet etmek
için öldürüyordu. uluslar arası tekeller serbest piyasanın sonucu olarak, büyük
devletler demokrasi ve insan haklarını tüm dünyaya yaymak için öldürüyorlardı…
ölen fiziki olarak yitip giderken, öldürenlerin bir kısmı cinayetine iman
ediyor, bir kısmı kendi iç hesaplaşmasında haklı çıkmak için bulduğu tüm
gerçeklere rağmen psikolojik olarak yeniliyorlardı çoğu kez. bir de tanık
olanların, bilenlerin gözünde ve belleğinde katil olarak yer ederek…
“karşımızda
bezirgan kafalar var. budalalık onların entelektüel sığınağıdır.” insanlar
küçülüyor. çoğu kez gönüllüce küçülen insanlar, başları derde girmesin diye
başladıkları yolculuklarında; göze batmamak, kendilerinden güçlü olanlarla,
iktidar sahipleriyle ters düşmemek, günün birinde kendisinin de bir miktar güç
ve iktidar sahibi yapılabileceği düşüyle yaşıyorlar. bir zaman sonra kendi kişiliğinden,
özgünlüğünden, bireyselliğinden geriye bir et yığını kalıyor. yenilgisinin
ayrımında olmayan insanın geldiği bu aşama intiharı oluyor da, ısrarla
“yaşadığını” iddia ediyor. o zaman koca bir insanlık neden huzur arıyor, diye
düşündü.
“yediden
bir doğsun” (zazpiak bat). kendi içinde parçalanmış insanların oluşturduğu
yığınlar güvenilecek sığınaklar ararken içten içe korkularını, yalnızlıklarını,
yanılgılarını, kırgınlıklarını kalıcılaştırıp adeta bilgiye dönüştürdüklerini
görmüyorlardı. insanın mutlak ve kalıcı bir güven duygusuyla-arayışıyla kendini
aşması ve gerçekleştirmesi ne kadar
saçmaysa, bulduğunu sandığı sığınakların içinde tutsak kalması da o kadar
gerçek dışıydı.
tümüyle
yapay ve başka insanlar tarafından yaratılan güvensiz ortam ve yaşam ne kadar
sistemli olursa olsun değiştirilebilir, insanın kendi içinde ve toplumsal
olarak yaşadığı parçalanmışlık giderilebilirdi. insanın her durumda ve koşulda
kendini tanıması, olasılıklar üzerinden seçenekler oluşturması, aradığı güven
ve huzuru öncelikle kendisinde bulması gerekiyordu. evet, “yediden bir doğsun.”
ve bu parçalanmışlık son bulsun.
evi,
işi, sokağı, ailesi, sevgilisi, çocukları, düşleri, özlemleri, kırgınlıkları,
dostları, korkuları arasında paramparça olan insan önce kendi kendini birleştirebilmeli
yeniden, daha özgür ve bağımsız olarak yaratmalıydı…
salim çalık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder